28 Kasım 2009 Cumartesi

shosanna dreyfus*

ağır ağır naziler tarafından işgal edilen fransa kırsalında yaşayan dört yahudi aileden biri olan dreyfusların kızı.

dreyfuslar ispanya’ya kaçmak yerine komşularının mahzeninde saklanmayı tercih edip 'yahudi avcısı' hans landa ve askerleri tarafından öldürüldüğünde bir tek o kurtuldu ve ailesinin intikamını almaya yemin etti.

dört yıl sonra paris'te ortaya çıktığında halası ve eniştesinden kaldığını iddia ettiği bir sinema salonunun yöneticisiydi. nazi propaganda filmi 'ulusun gururu'nu salonunda göstermek zorunda kalınca, güvenlik konusunda kendisiyle konuşmak isteyen hans landa'ya, bir bardak süte, bir kaç kaşık kremaya ve kuark peynirli strudele tahammül etmek zorunda kaldı.

'kino operasyonu'nda o bir ara perdede görünüp 'hepiniz öleceksiniz. bunu gerçekleştirecek olan yahudinin suratına iyicene bakmanızı istiyorum.' dedi ve kapıları kilitledikten sonra film bobinlerini ateşe veren makinist marcel ve içeride kalan yüzlerce nazi ve nazi yandaşı fransızla birlikte öldü.

öldüğünde kimliğinde emmanuelle mimieux yazıyordu.



*: quentin tarantino, inglorious basterds

26 Kasım 2009 Perşembe

kıyamet senaryoları

bu yargı bütün filmler için geçerli olsada bazı filmleri bilgisayar ya da tv ekranına hapsederek izlemek daha da büyük bir hatadır. kıyameti müjdeleyen(!) 2012 yi istanbul'da olsaydım uygun bir salonda izler miydim bilmiyorum ama buralarda izlemeyeceğim kesin. yine de dergi ve gazetelerde hakkında yazılanları, hatta internette hakkında yapılmış bir kaç yorumu bile okudum.

genel kanı effectlerin iyi olduğu ama filmin beş para etmediği yönünde. bu şekilde düşünen arkadaşlara sormak istiyorum; ne bekliyordunuz ki?

sanki bu tür filmlere oyunculuk için gidilirmiş gibi.. effectler ve bilgisayar maharetleri için gidilir. geriye kalandan ise bir şey ummazsınız. bu nedenle de oyuncular çoğu kez adını ilk defa duyduğumuz isimler olur. eğer tanıdık bir isim görürseniz, o da stüdyonun 'bu işe çok para yatırıyoruz, bi keleğe gelmeyelim' diyerek, oyuncuya da gelecek seyirciyi hesaba katmasından başka bir şey değildir.

onun için bu tür filmlerde 'ama oyunculuk' diyerek kendinize güldürmeyin.

*

çocukluk günleri ve hatta gençliği benim gibi soğuk savaş günlerine denk gelenler için olası bir nükleer savaş kıyamet demekti. hatta uzak olduğu da söylenemezdi. derken, duvar yıkıldı, iyice paslanmış demir perde çöktü. büyük devletler mesailerini orta avrupa ve rusya'dan başka coğrafyalara kaydırdılar.

kıyameti bu defa yedi temmuz bin dokuz yüz doksan dokuz günü beklemeye başladık; çünkü, nostradamus hazretleri böyle buyurmuştu.

o olmayınca ilk durağımız tarihin iki bine evrileceği zamandı; başta bilgisayar ve internet olmak üzere topyekûn teknolojinin gazabı müthiş olacaktı. biliyorsunuz, son bir ümitle "daha bin yıl bitmedi, yani yüz yıl önümüzdeki yıl başlıyor," diyenler de çıkmıştı.

en son altı haziran iki bin altıdaydı umudumuz; üç tane altı rakamı yan yana gelecek ve bütün amacı adem'den bu yana insanoğluna her iki alemi de dar etmek olan şeytanın bazılarınca alamet-i farikası sayılan 666 meydana gelecek. bundan daha iyi işaret mi olurdu?

nihayet maya takvimi çıktı ortaya. eğer 2012 filminin reklam kampanyasına dahil değilse bu söylenti -ki holivud yapar bunu, biliriz- şimdilik umudumuz orada. bakalım ne olur?

*

peki nereden çıkıyor bu kıyamet arzusu?

gözleyebildiğimiz hayata baktığımızda her şeyin bir başlangıcı ya da doğumu var. sonra büyüme ya da gelişme. en nihayet ölüm ya da yok oluş. o halde mevcut dünyanın da bir sonu olmalı diye düşünüyoruz.

etrafımıza bakıyoruz ve ne varsa kötüye gidiyormuş gibi. o halde bu kötü gidişe birileri dur demeli. hem 'dibe vurmak' deyimini en çok son yıllarda duymuyor muyuz? belki de kıyamet iyi bir başlangıç olurdu.

ardından insanoğlunun bizzat sebep olduğu kötülükler: savaşlar, doğal felaketler, cinayetler, insan ve aile ilişkilerinin vardığı son nokta...evet, kesinlikle cezalandırılmayı hak ediyoruz.

bir de dünyanın yeni bir nizama ihtiyacı olduğunu düşünen bir grup var galiba: biz bu dünyayı hak etmiyoruz, daha iyi, daha zeki insanlar daha iyi bir dünyayı yeniden kursunlar... bunu anlamakta güçlük çekiyordum, ki "olası bir istanbul depremi belki de şans," diye düşündüğümü farkedene kadar. "böylece bir arabanın bile zor sığdığı sokaklar, kaldırıma yer olmayan caddeler, çarpık kentleşme ortadan kalkar. daha iyi bir alt yapı kurabilmek için fırsat doğar."

yirmi altı kasım

ruhun bedeni bulduğu an.

biliyorsun dostum, birlikte yaşlanıyoruz.

bir ağustos sabahı yaprağına su dokunan sardunya kokusunu saldığında seni bekliyor olacağım.

22 Kasım 2009 Pazar

fizik kıskançlığı

inkar etmeyelim hala aristoteles ya da kısaca aristo abimizden emir alıyoruz. neredeyse yirmi dört asırdır dünyayı mantık ve matematiğin ışığında açıklıyoruz.

bir şey ya siyah ya da beyaz. doğru değilse yanlış. ya bir ya da sıfır. eğer 'gri' de var demişseniz ayıplayıcı nazarlara razı olmalısınız. hem siyah hem de beyaz demişseniz akıl sağlığınızı yeniden kazanmanın yollarını bulmalısınız.

belki de bu yüzden matematiksel modeller, fizikte bazan, kimyada nadiren, biyoloji ve jeoloji gibi insanoğlunun doğrudan gözlemleyebildiği süreçlerde hemen hiç işlemezlerken, örneğin iktisatçı ya da sosyolog gibi sosyal bilimciler karmaşık matematik modelleri kurmaya bayılırlar. çünkü aristo abimiz hala karizmatiktir ve bilimselliğin yolunun matematiksel modellemeden geçtiğine dair yaygın bir inanç hala hükmünü sürmektedir.

işte sosyal bilimcilerin yaptığı bu şeyin, insan doğasını mantık ve matematiğin organize ettiği soyut bir model olarak ele alabilme çabasının adı fizik kıskançlığıdır.

18 Kasım 2009 Çarşamba

bir masada iki kişi: acı

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- ve bir daha görüşmedik.

- hiç mi?

- ben aramadım. o da aramadı.

- anladım. sana bir soru sorabilir miyim?

- elbette...

- seni yaklaşık on beş yıldır tanıyorum ve bu sürede iki büyük aşk ve bir evlilik saydım ben. arada bir çok sevda. nasıl oluyor da bunların sonundaki acıya dayanabiliyorsun?

- ben aşkı sürekli artan bir grafik olarak görüyorum. ve aşkın artık artmadığı bir nokta var. dikkat et azaldığı ya da azalmaya başladığı demiyorum; artmaktan vaz geçtiği nokta. acıyı işte o zaman çekmeye başlıyorum ve bittiğinde geriye çekilecek bir acı kalmıyor.

*

sustum. çünkü anlamıştım.

ellis boyd redding*

kısaca red ya da kızıl...

bütün zenciler gibi kırk yaşından büyük.

shawshank hapishanesinin 'istediğiniz her şeyi getirebilecek adam'ı; sigara, bir çanta dolusu eşya, isterseniz çocuğunuzun mezuniyetini kutlamak için bir şişe brendy.

fazla gizemli bulduğu için satrançtan nefret eder. öngörülerinde hep yanılır: andy ilk gece ağlamadığı için iki paket sigara kaybeder, altı yüz yıl sürer dediği tünel on dokuz yıldan daha kısa bir sürede kazılır ve bir gün anlar ki, 'umut iyi bir şeydir. hatta ondan daha iyi bir şey yoktur.'

o herkesin masum olduğu, avukatı kazık attığı için bulunduğu shawshank'teki tek suçludur. ve pişmanlığı orada olmaktan değil, yıllar öncesine gidip genç, aptal bir çocuğa, yapma, diyememektendir. çünkü o çocuk artık yoktur; sadece yaşlı bir adam...

izin almadan tek bir damla işeyemez, kırk yıl boyunca hep izin almıştır çünkü. şartlı tahliye ihlali ise hayatının ikinci suçudur. önce buxton'a gider. sanki robert frost şiirlerinden çıkmış gibi bir tarlanın kenarında andy'nin 'buraya kadar gelebildinse daha ileriye de gelebilirsin' yazan notunu okuduktan sonra 'zihuatanejo' diyerek yola koyulur.

ki, zihuatanejo pasifik kıyısında küçük bir kasabadır ve meksikalılar pasifik için, 'hafızası yok,' demektedir.


*: frank darabont, the shawshank redemption

albatros

gençken güverteleri* umursamadan bir albatros olmayı düşlerdim...

albatros;
göklerin o münzevi dervişi...


*bkz: charles boudelaire, albatros

17 Kasım 2009 Salı

kasım, dostoyevski, karamazov kardeşler

dostoyevski'yi ilk okumam lise yaşlarıma denk gelir; yatılı okul yalnızlığına çare olsun diye çağırdığım yol arkadaşlarından biriydi. okurken 'heyecan' duyardım ve daha o vakitler, dostoyevski güzellemeleri yapan büyüklere aldırmadan, "bu adamda iş var," demiştim.

*

karamazov kardeşler'i okuduğumda ise yirmili yaşlarımın başlarındaydım. aldığım hazzı tarif edemem.

ancak bunu söyleyebilirim; "aldığım hazzı tarif edemem"...

sonrasında hayatımda çok şey değişti:
karamazov kardeşler'i okumamış olan herkesten nefret ettim. çünkü onlar, eğer isterlerse ilk defa okumanın hazzına sahip olacaklardı.

dostoyevski benim için bütün zamanların en büyük yazarı haline dönüştü.

karamazov kardeşler de en büyük dostoyevski romanı oluverdi. ve benim tuzak sorumdur bu; eğer, suç ve ceza yanıtını alırsam bir bahane bulur en yakın köşeden dönerim.

dostoyevski'yi araya başkaları girmeden, aslından okuyabilmek için rusça öğrenme arzum da hemen sonrasına denk gelir.

*

kasım ayının dostoyevski okunmadan geçilemeyeceğini öğrenmem ise karamazov kardeşler'i okurken olmuştu.

o okuyuşun ardından gerçekten de neredeyse her kasım dostoyevski okudum. çoğunlukla da karamazov kardeşler.

kaç kez okuduğumu yaşlı zihnim şu an söyleyemez ama bir koşu kitaplığa gidip daha evvel okuduğum baskılarının son sayfasına düştüğüm notlar gerekli cevabı verebilir.

okumalar hep aynı kitaptan değildi. içinde nasıl türkçeleştirildiğini merak ettiğim için okuduğum kitaplar da var, acizane kırık dökük bir rusçayla en sevdiğim baskısından okuduğum da.

*

bu girişi her daim şımarık bir çocuk kalan yanımla okuyanlara hava atmak için yapmadım. birazdan gelecek itirafımın samimiyetine ikna olun, sanki bir dostoyevski kahramanıymışım gibi en çok kendime zalim olayım diye.

defalarca okuduğum bu kitapta, defalarca okuduğum bir cümleyi hatta bir bahsi yanlış okuyormuşum meğer.

peder zosima sessiz sedasız, cümle arasında fyodor karamazov'u uyarır: "kendinden bu kadar utanma, çünkü her şeyin başlangıcı bu utanmadır."

taşıdığı kötülük ve çirkinlikten şüphe duymadığımız baba karamazov'un bunu kendisinin de dile getirdiği noktada, iyi bir hıristiyan olan peder zosima'nın diğer yanağını da uzatan yanıyla, "kendine haksızlık etme. özünde herkes gibi sen de iyilik ve güzelliğe sahipsin," uyarısı olarak okumuş, bunca zaman böyle bilmiştim.

ama bu defa bu değildi okuduğum...

umutsuzluk bir biçimde kibre benziyor ve kibirli insan kendini herkesten üstün görmekle, umutsuz insan ise kendisini herkesten aşağı görmekle yalnızca kendisinin isa peygamberin merhametine layık olmadığını ortaya koyar.

dostoyevski ise burada narsizmin insana özgü kaynaklarını, kendimize ilişkin bir imgeyi korumak amacıyla nasıl kendimize yalan söylediğimizi ve nasıl da bu imgeyi kendini aşağılama pahasına bile olsa korumaya çalıştığımızı ortaya çıkarmış meğer. çünkü kişi, kendini aşağılamakla gerçek benliğiyle yüzleşmeyi reddeder ve onu bağışlayacak kimsenin olmadığına inanır.


*

bu arada on bir kasım büyük yazarın yüz seksen sekizinci doğum yılıydı. sessiz ve sedasız kasım günleri arasında (kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten..*) geçiverdi.

diyelim ,

ve günler önce başladığımız bu yazıyı nihayetlendirelim...



*:dostoyevski, karamazov kardeşler

16 Kasım 2009 Pazartesi

günün sorusu: çocuk

neden çocuksu ve çocukça arasındaki fark bu denli büyüktür?

13 Kasım 2009 Cuma

o sahne: love actually (2003)

bir zamanlar, "herkesin mutsuzluklardan, depresyon hallerinden bir kaçış bileti var. benim biletimse umut vaat eden, hala sevginin bir yerlerde olduğuna inanmamı sağlayan filmlerdir," diyen bir sevgilim olmasaydı bu filmi ne izlerdim ne de o sahneye konu ederdim.

ama öyle bir sevgilim oldu...

yönetmen richard curtis tanıdık bir isim; birer şaheser olmasalar da yüzlerde tebessüme neden olan four weddings and a funeral, notting hill ve bridget jones’ un maceralarına senaryosuyla katkıda bulunmuştu. bu defa hem yazıp hem yönetmiş.

aşkın her haline bir örnek bulabileceğimiz bu filmde adalı oyuncuların neredeyse tamamı var. hatta claudia schiffer da tip olarak kendisine çok benzeyen carol rolüyle, artık kimseyi gözüm görmez ama claudia schiffer'a hayır demem, diyen daniel’ı melankoliden kurtarırken kendisinin parodisini yapıyor.

açılış sekansında anlatıcı heathrow havaalanı gelen yolcu kapısının görüntüleri eşliğinde 'nefret ve ihtiras dolu bir dünyada yaşadığımız' genel düşüncesine karşı çıkıp, bence aşk her yerde, dedikten sonra, eğer ararsanız, eminim aşkın her yerde olduğunu siz de göreceksiniz, diyerek sözlerini bitirir.
bu son cümle yaklaşık on ayrı aşkın anlatıldığı film için bir çeşit davettir.

birbirinden farklı hayatların en nihayetinde aşkta aynileşmesi. kimlik, sınıf, statü, güzellik ya da çirkinlik gibi kavramların boşunalığı. kaç yaşında olduğumuzun da bir önemi yoktur. önemli olan tek şey tutkularımızın peşinden gidebilecek kadar hayata karşı cesur olmaktır.

bu filmin o sahnesini ingiltere başbakanı ve çalışanı arasındaki aşkın hikayesinden aldım:

abd başkanı yeni ingiltere başbakanını ziyarete gelir. amaç yeni başbakanın da biat etmesi ve eski politikaların devam edeceği garantisini almaktır. zaten yeni hükümetin de farklı bir niyeti yoktur. görüşmeler nihayetlenir ve iki başbakan basın açıklamasından önce bir içki içmek ister. ama abd başkanı büyük bir hata yaparak başbakanın 'kız'ına asılır. eminim avrupa tarihinin bir kadını fethedemediği için dünyayı fethetmeye kalkan adamlar tarafından yazıldığını bilseydi bunu yapmazdı.

o sahne hemen sonrasındaki basın açıklamasını anlatıyor; artık bütün mesele 'biraz etine dolgun' başbakanlık çalışanıdır.


''- mr. president, has it been a good visit?
- very satisfactory indeed. we got what we came for and our special relationship is still very special.
- prime minister?
- i love that word 'relationship'. covers all manner of sins, doesn' t it? i fear that this has become a bad relationship. a relationship based on the president taking what he wants and casually ignoring all those things that really matter to britain. we may be a small country but we' re a great one, too. the country of shakespeare, churchill, the beatles, sean connery, harry potter... david beckham' s right foot. david beckham' s left foot, come to that. and a friend who bullies us is no longer a friend. and since bullies only respond to strength, from now onward, i will be prepared to be much stronger. and the president should be prepared for that.''*




*serbest çeviri:
''- sayın başkan, olumlu bir ziyaret oldu mu?
- oldukça tatmin ediciydi. istediğimizi aldık ve aramızdaki özel ilişki, hala çok özel.
- sayın başbakan?
- 'ilişki' sözcüğüne bayılıyorum. her türlü anlaşmazlığı gizliyor. korkarım, bu kötü bir ilişkiye dönüştü. başkanın istediği her şeyi elde etmesi ve britanya için gerçekten önemli olan konulara ilgisiz kalmasına dayalı bir ilişki. belki küçük bir ülkeyiz, ancak biz de büyüğüz. bizde shakespeare, churchill, beatles, sean connery ve harry potter var... david beckham' ın sağ ayağı. hatta sol ayağı... bize kabadayılık eden bir dost, dostumuz olamaz. ve kabadayılar sırf güce tepki verdiklerine göre, şu andan itibaren çok daha güçlü olmaya hazırlıklı olacağım. sayın başkan da buna hazırlıklı olsun.''

12 Kasım 2009 Perşembe

ilk kar

ilk kar...

mevsimin ilk karı...

bu gün: on iki kasım' iki bin dokuz...

"şimdi burda kar yağıyorsa her yerde yağıyordur ve vakit dardır."*

*

bir gece yarısı telefonunuz çalar. telefondaki ses, "pencereden dışarı bak. kar yağıyor," der. dışarıya bakarsınız. dolunayın ışığında yıkanan bir kaç parça bulut karşılar sizi. aklınıza türkçenin en büyük şairi** gelir: "neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak?"

anlarsınız; uzak bir coğrafyada, bozkır ortasındaki metropolün sokaklarına kar düşmektedir. birden bire gökteki aya, bir kaç küçük bulutu koynunda uyutan gökyüzüne inat, sokak lambasının solgun ışığıyla aydınlanan kaldırıma kar taneleri düşmeye başlar.

"dost" kelimesi anlam kazanır.


*:turgut uyar, vaktin çağrısı
**: elbette ismet özel

11 Kasım 2009 Çarşamba

walter sobchak*

vietnam gazisi. bowlingi, kuralları ve in-n-out burger hamburgerlerini çok sever.

aslen polonyalı bir katolik olsa da, eski karısı cynthia yüzünden yahudi olmuştur. insanlar boşanınca nasıl kütüphane kartını iade etmiyorsa, o da yahudi olarak kalmıştır.

ona göre barışçılık duygusal bir problemdir, nasyonal sosyalistleri bile anlayabilir ama barışçıları asla.

elbette ki, gerçek savaş bir tek vietnam'da yaşanmıştır. çünkü vietnam piyadelerin savaşıyken, körfez savaşında "başlarına havlu sarmış bir avuç deve çobanı eski bir sovyet tankında geri vites arıyor"dur ve "bu hiç iyi bir rakip değildir."

sahte çanta yerine sahte çanta atar, dilerseniz saat üçe kadar size bir parmak bulabilir.

yanınızdayken çizgiye basmasınız iyi olur.


*: coen brothers, the big lebowski(1998)

10 Kasım 2009 Salı

yenilgide ortaklık

o hüzünlü sesin melakoliye dair kulağıma fısıldadıkları:

"hepimiz, hayatta yenilgi yaşamışızdır. kimsenin hayatı istediği gibi değildir. hepimiz kendi dramımızın kahramanı olarak sahnenin merkezinde yer alarak başlarız hayata. ve kaçınılmaz olarak hayat bizi sahnenin merkezinden kovar, kahramanı yenilgiye uğratır, olayların akışını ve stratejiyi değiştirir. ve biz de kenarda kalırız, neden bize bir rol verilmediğini ya da neden bir rol almak istemediğimizi düşünüp dururuz. herkes bunu yaşamıştır ve bu bize tatlı dille anlatıldığında, bu duygu kalpten kalbe geçer ve hepimiz kendimizi daha az yalıtılmış hissederiz. büyük insanlık zincirinin bir parçası olduğumuzu duyumsarız. bu da yenilmiş olmayı idrak etmektir aslında."*

*

farkında olmadan hayatın arka sokaklarında kayboluveriyoruz.

rutinimiz ve bu rutini kırma arzumuz hayatımız oluveriyor. hiçbir şey değişmiyor. boşuna bekliyoruz tarihin bekleme salonunda adımızın anons edilmesini. bir gece dolmadan dönmeyi planladığımız 'bastiani kalesi' kaçmak istedikçe alışkanlık doğuran bir gayya kuyusuna dönüşüyor.

sonra da 'hayat oldu' diyoruz.



*: leonard cohen

duvar

her duvar iki kişiliktir.

sadece koruyup muhatabımızı bizden uzak tutmaz. bizi de duvarın arkasında bırakır.

miranda grey*

ladymont'da doğdu. orta sınıf bir doktor baba ile alkolik bir annenin iki kızından büyük olanı.

başarılı ve akıllı bir öğrenciydi; slade sanat okulu'ndan kazandığı bursla londra'ya güzel sanatlar okumaya gitti. orada, yanında yaşadığı teyzesi carolina'nın arkadaşı ve kendisinden yirmi yaş büyük ressam g. p.'ye aşık oldu ama okulundan piers broughton'la takılmayı seçti.

bir salı akşamı sinema çıkışı eve dönerken kaçırıldı. bin altı yüz yirmi bir yılında yapılmış bir evin mahzeninde yaklaşık iki ay tutsak kaldıktan sonra zatürreden öldü.

öldüğünde yirmi yaşındaydı.



*: john fowles, koleksiyoncu

8 Kasım 2009 Pazar

one*

bir yapayalnız bir sayıdır...

*

müzik söz konusu olduğunda benim için son üç yılda iki büyük keşif söz konusudur. birincisi başlıbaşına bir "yazmak"a konu olması gereken beirut, ikincisi ise aimee mann...

yoksa hastası olduğum kaç şarkı gelip geçti aypodlardan, sidiçalardan ya da şu bir ve sıfır dünyasından.

kendisi magnolia'nın soundtrackini adam edendir. ama film o kadar güzeldir ki fondaki şarkıları söyleyen ister istemez ihmal edilmiştir.

bu şarkı ise, hem magnolia'yı hatırlamak hem de aimee mann'dan özür dilemek olsun.

* aimee mann, one

6 Kasım 2009 Cuma

yara

dikkatinizi hiç çekti mi bilmiyorum; geleceği olsun istenen bir ilişkinin başlarında kadın ve erkek bedenlerindeki yara izlerinden konuşur, hatta bu izleri birbirlerine gösterirler.

bu sohbetin altında yatan mesaj şudur: gördüğün gibi ben yaralanabiliyorum.

bunun da altında yatan mesaj ise "lütfen, beni incitme!.."

günün sorusu: güneş gözlüğü

hüzünlü zamanlarda, söz gelimi cenazelerde ortaya çıkan büyük adamlar ve ihtişamlı kadınlar o kocaman güneş gözlüklerini göz yaşlarını saklamak için mi takar yoksa ağlamadıklarını kimseler bilmesin diye mi?

üç şarkı

bir

hayata karşı onu koruyan ve farklı kılan donanımlarının yetmediğini, kaçtıklarına birer birer yakalandığını düşündüğünde ekrana "kayboluyorum... beni bu yitik öyküden kurtar artık!" yazdı ve "gönder" tuşuna bastı. çok geçmeden geldi cevap: korkma! bak ben buradayım...

sonrası bir ferahlık, bir ferahlık...

iki

çöl sarısı bir iklimde taş bir konağın iç avlusunda gölgeye sığınmış bir havuzda açan sonsuz güzellikteki nilüfer çiçeği.

iki buçuk ya da ara şarkı

menekşe: mutfak penceresinin önünde duran, pencere açıldığında çamaşır makinesinin üzerine konan menekşenin hikayesidir.

üç

ihtimal ki saatler görkemli arabayı balkabağına, arabacıyı kediye, atları farelere dönüştürmeye yol alırken külkedisi prensle bol ışıklı salondaki son dansını leonard cohen'den dance me to the end of love ya da johann strauss'ların ikincisi tarafından bestelenen mavi tuna valsi eşliğinde yapıyordu.

geride kalan ayakkabı tekiyle yollara düşen prens külkedisinin kapısına vardığında bir masalı gerçek kılmanın heyecanıyla ayağını uzattı külkedisi. ama ayakkabı ayağına olmayıverdi.

4 Kasım 2009 Çarşamba

opera

mutsuzdum.

çünkü hayatın gerçekliği bana bir şey demiyordu. yaşadığım hayatın bana bir şey demeyen gerçekliğinden kaçıp sanata sığınıyordum.

sözlerini anlamadığım müzikler dinliyor, anlayamadığım o sözlerin yerine hayaller kuruyor, bir sinema salonunun karanlığına saklanıp, siyah beyaz görüntülerdeki kadının neredeyse bütün perdeyi dolduran gözlerine vuruluyordum.

okuma planları için kitaplığın raflarını yoruyordum.

tecilli olduğu için yapılmayan ve o günlerde yurt dışına çıkarken probleme dönüşen askerlik olmasaydı uzak yerlere de gidebilirdim; miami sahillerinde sörf yapmak, çeçenistanda bir mücahit olup savaşmak, eğitimi bahane ederek avrupalı başkentlerden birine sığınıp ayyaş olmak, isfahan'a gidip günlerce susmak... hiç farketmezdi.

ama biliyordum. insan nereye giderse gitsin kendisini de götürüyordu. yani cehennemini.

bende sanata vermek istedim kendimi, ama yeteneksizdim.

yine de bir opera bestelemek isterdim. elbette müzik yok. çünkü orada daha çok yeteneksizim. ama bir konusu var. daha doğrusu bir görüntü, bir imge:

sırtını seyirciye dönmüş bir adam karşısındaki kızın gözlerine bakarak, bu karanlık gözlerin derinliklerinde parlayan ışığa dair bir şarkı söylüyor... kopkoyu karanlık bir gecede, bu karanlık tarafından yutulmakla tehdit edilen ama direnen, engin denizde ilerlemekte olan küçük bir teknenin ışığını anlatan.

reklamsever basın

son günlerde bakıyorum da bütün gazetelerde ilk sayfanın en büyük haberi 'domuz gribi'ne dair. gazetelerin birinci amacının halkı haberdar etmek olduğunu düşününce buna yanlış diyemem. yine de merak etmeden duramıyor insan; acaba demokrasinin beşiğinde, insanın her özgürlüğü gibi haber alma özgürlüğüne de (!) saygılı memleketlerde durum nedir diye.

buralarda bu tarz haberlere mümkün olduğunca az yer verilip, çoğu zamanda küçük puntolarla geçiştirilir. çünkü bir özgürlüğün başladığı yerde diğerinin bitmese bile sekteye uğradığı bir gerçek ve halkın moralini bozacak tarzda haber yapmamak, görmezden gelinmese de üzerinde durmamak gibi yazılı olmayan kuralları var. (belki de yazılıdır.)

o halde bizim gazetelerin yaptığı nedir?

halkın moralini bozmak olamaz. o kadar da sadist olduklarını düşünmüyorum.

haberin niteliği de olamaz. bir fenerbahçe galatasaray maçıyla sayfalar dolduracak yetenekteler çünkü. ya da, iktidardan veya muhalefetten birilerinin söylediği bir cümleyi çeşitli biçimlerde okuyabilecek kalem erbabı dolu her yan.

o halde neden?

çünkü bu haberlerin hepsi de bir reklam niteliği taşıyor. bu ilaç şirketlerinin reklam kampanyalarından başka bir şey değil bana kalırsa. gücünü inkar etmenin bir ahmaklık olduğu ilaç kartelleri bu haberler vasıtasıyla reklamlarını yapıyorlar:

"tehlike büyük. üstelik yanıbaşınızda. çare ise bizde."

3 Kasım 2009 Salı

bir masada iki kişi: mutluluk

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

-söylesene nedir mutluluk?

-bunun farklı cevapları var. söz gelimi bir tatil sabahı kalabalık bir masada yapılan kahvaltı.

-anladım. peki mutlu musun?

-sanırım ben, bu soru sorulduğunda mutsuz olduğunu düşünenlerdenim.

-korkma!..hem ben sana ne yapabilirim ki?
*

'çok şey..' dedim belli belirsiz, 'çok şey..'

ama duymadı.

losing my religion

yolun başında fotoğraf ve video konusunda kendime koyduğum kurallar olsa da "istek parça"lar hep aklımda vardı.

durup biraz düşünmeye kalksam onlarca şarkı ilk post olmak için yarışır, çok bilinen r.e.m şarkısı losing my religion'ın anouk yorumu yarışanların arasına dahi girmezdi. ama john fowles'ın fransız teğmenin kadını'na dair yazdıklarını hatırlatır bir şey oldu.* ve ilk istek parçanın bu olmasına engel olamadım.

bu arada şarkı güzeldir. beğenmeyeni ohepvarolan taş eder. ama bu yorum istisnasız güzel. eğer bunu beğenmeyen olursa elime bir sopa alır, yaşıma, son günlerde yağan yağmurların coşturduğu eklem ağrılarına aldırmadan peşine düşerim.

böyle biline...

Losing My Religion (Live) by Anouk on Grooveshark

*: şarkı çala dursun biz yazılanlara bir göz atalım...

"bir kadın, harap bir iskelenin ucunda duruyor ve denize bakıyor. hepsi buydu. bu imge, bir sabah yatakta, yarı uykulu haldeyken geldi aklıma. bu, gerçek yaşamımdan (ya da sanatsal konulardan) hatırlayabildiğim hiçbir somut olaya benzemiyordu; sanırım, yıllardır eski kitaplar, unutulup gitmiş resimler -son iki ya da üç yüz yıldan kalma her tür ufak tefek şeyi, geçmiş yaşamların kalıntılarını- topluyor olmam, bu tür imgelerin süzülerek, bilincin, kıyılarında birikeceği yoğun bir hinterland oluşturuyor olmalı.

neredeyse daima statik halde görünen bu söylence yaratıcı 'ölüler' benim kafamda sık sık gezinip durur. ben onları görmezden gelirim, çünkü gerçekten de yeni dünyalara açılan kapılar olup olmadıklarını bulmanın en iyi yolu budur.

böylece, bu imgeyi de görmezden geldim; ama yeniden ortaya çıktı. sonra, bana görünmeyi hiç anlaşılmaz bir şekilde kesti. ben de kasten isteyerek onu hatırlamaya ve bunu analiz etmeye ve bunun neden böyle bir güç taşıdığı konusunda fikir yürütmeye başladım. çok belirgin bir şekilde gizemliydi. belli belirsizce romantikti. aynı zamanda, herhalde bu romantik niteliğinden ötürü, bugüne ait görünmüyordu. kadın inatla, örneğin bir havalanı yolcu salonunun penceresinden bakmayı reddediyordu; ille de o eski iskeleden bakacaktı ve iskele, onu yakından, bahçemin kenarından görebilecek kadar yakından algılamaya başlayınca, hemen, eski bir iskele haline geliverdi.(çeviren: süha sertabiboğlu)"

1 Kasım 2009 Pazar

ters lale

edirne, selimiye camii...
müezzinler mahfelinin kuzey doğu yönünde, köşedeki mermer ayağında...
camiinin çinilerinde kullanılan yüz bir farklı lale motifinden bir tanesi.

rivayet: selimiye camii'nin yapılacağı yere karar vermek için edirne' ye gelen mimar sinan, lale bahçeleriyle kaplı bir tepeyi uygun bulur ve bahçelerini satmaları için biri dışında diğer bahçe sahipleriyle antlaşmaya varılır. nihayet son kalan bahçenin sahibi yaşlı kadın da yapılacak camide lale bahçelerini hatırlatacak semboller olması koşuluyla bahçesini satmayı kabul eder. bunun üzerine mimar sinan da bu olayın anısının yaşaması için lale motifini ters işletir.
daha sonra 'ters lale' figürü ile hoşnutsuzluk ifade etmek bir geleneğe dönüşür.
eski harflerle yazılmış 'lale' kelimesi tersten okunduğunda osmanlı imparatorluğunun kutsal işaretlerinden 'hilal' okunur. ki bütün anlatılanlar yalan dahi olsa iyi bir sebeptir.

benim hikayem: yaptığı eserin kusursuzluğundan bir an bile şüpheye düşmeyen mimar sinan, eserine nazar değmesinden endişe ederek camiye girildiğinde kolayca görünen mermer ayağa bir 'ters lale' motifi işler. ki görenler, "bir laleyi bile doğru yapamamışlar," desin, eserine nazar değmesin diye.

nihayet: "sağ avcumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları çağıran selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da."*


*: nazan bekiroğlu, yitik lale

kasım

dostoyevski okunmadan geç(ile)meyen günler...