31 Aralık 2009 Perşembe

yeni yıl

bugün miladi takvime göre iki bin dokuz yılının son günü.

sonrasında ver elini iki bin on...

'ya başka takvimler?' diyenler için m. serdar kuzuloğlu radikaldeki köşesinde iyi yazmıştı.

benim içinse takvimlerin değişmesinden başka bir anlamı yok olan bitenin. sadece bir kaç güzel fotoğrafa aldanıp masa üzerine koyduğum, aklıma geldiğinde onlarca sayfasını birden koparmak zorunda kaldığım duvar takvimleri değişir. hepsi bu...

sanırım bana böyle hissettiren, benim için yeni yılın o uzak zamandan bu yana okulların açılmasıyla başlamasıdır: tatil biter, kumsal yavaş yavaş tenhalaşır, yazlıkçılar şehre döner. yeni sınıf arkadaşları, bilmem kaç ortalı defterler, yeni başlangıçlar. rüzgar daha soğuk esmeye başlar, o kadın sahile inerken artık siyah boğazlı kazağını giymek zorundadır.

koşu yolunda vaktinden önce sararıp düşmüş yapraklar, gül bahçesinde bir türlü açılamayıp dalında asılı kalmış güller.

her şey kesintiye uğrar ve yeniden başlar.

yani algılanan manada bir yeni yıl varsa tam da o zaman başlar. bir ocak sadece takvimlerin değişmesidir. ve tatil...

yine de bu güne dair bir alışkanlığım var: yılın son günü öğleden sonra postaneye uğrayıp zarfa konulmamış, makine ürünü soğuk damga yerine mutlaka pulla bedellendirilmiş bir kaç posta kartını postalarım.

her şey ne güzeldir, bir de kar yağıyorsa...

*

herkese kucaklaşmalar taşıyan birer tane postaladım. umarım çok geçmeden elinize ulaşır.

göğünüzden uçurtmalar ve uçan balonlar eksik olmasın.

kağıt gemileriniz bir martının gölgesinde biteviye yüzsün dursun.

ve en önemlisi, elleriniz de kalbiniz de hiç üşümesin.

30 Aralık 2009 Çarşamba

günün sorusu: göçmen kuşlar

vakti geldiğinde bir oraya bir buraya uçan göçmen kuşların asıl yurdu neresidir?

i'm back...

uzun zamandır yollardaydım, hem de yolların anlamını unutacak kadar uzun süre.

oysa bilirim; varmanın, ulaşmanın boşluğunda aslolan yolculuğun bizzat kendisidir. geçip giden yıllarla yollar bir çembere dönüşürken, sürekli aynı yöne gidildiğinde başlanılan yere varılıyor.

*

ama bu varışın güzel bir yanı var: birikmiş mektuplar, blog bulvarında bahçe duvarlarına yazılmış yazılar...

(mektuplara cevap verip, güzelliklerini kıskanarak biriken yazıları okudum)

bir yandan da kahve makinesinden yola çıkıp mutfağı fethettikten sonra buraya kadar gelen kokuyu duyumsayarak murakami'den imkansızın şarkısı'nı okuyorum. (şimdilik doğaçlama hissi veren yanıyla caz tadında.)

fonda ise chet baker...

kolye

geç kalınmış bir yaş günü hediyesi...

o naif öykünün hep taklit etmek istediğim cümlesi eşliğinde hem de: 'tenine benden bir şeyler dokunsun istedim.'

22 Aralık 2009 Salı

nergis

eskiler önce 'gül' der, ardından ikinci sıraya 'karanfil'i not edermiş.

benim bir numaram ise bazan mevsim dönüp gönlüm 'leylak'lara kaysa da -nisan en zalimidir ayların/ leylakları doğurtur ölü topraktan*-, her zaman 'nergis' oldu.

nergise dair bir çok hikayem var; narkissos ile başlayıp odayı dolduran kokusunda biten...

sokakları yağmur kokan mavi gözlü bir şehrin kadınlar pazarından alınanlar var, metropolllerin vergi levhalı dükkanları var.

çingenelerin bambaşka bir denize karşı sokak köşelerinde demet demet sattığı nergisler var, sabırsız bir bekleyişi tamama erdirmek için seraya kadar gitmeler var.

kapıma bırakılanlar, güzel bir günün hatırası olarak kurutulup saklananlar...

ve şimdi bunları nergis kokusuyla dolu bir odada yazarken, aradan geçen bunca zamana rağmen bir halk kütüphanesindeki su bardağına konulmuş yılın ilk nergislerini hatırlıyorum yeniden. onların bütün bir kütüphaneyi saran kokusunu.

ardından o uzak zamana bakıp gülümsüyorum.

*: t.s. elliot, çorak ülke

ateş böcekleri ya da yakamoz

sanırım, pek de gönüllü olmadan yaptığı milletvekilliği sırasında yahya kemal'e sorulan bir soru ve ona verdiği cevabı bilmeyen yoktur: yani, "ankara'nın nesini seviyorsunuz?" sorusuna verdiği, "istanbul'a dönüşünü" cevabını...

başkaları ne düşünür bilemem ama ben ankara'nın sevilmeye değer en az bir yanını daha bilirim ki, bu hiç tartışmasız 'en' dir.

oysa istanbul'a dönmenin güzel yanı bellidir:
uçağınız bir gece vakti şehirde olacaksa marmara'nın üzerindeki gemi ışıklarını seyretmek muhteşemdir. çocukluğun yaz bahçelerindeki ateş böcekleri düşer aklınıza. hele de deniz dalgasız, görüş mükemmel ise suya yakamoz bırakan yüzlerce ay olduğuna yemin bile edebilirsiniz.

16 Aralık 2009 Çarşamba

o sahne: puplic enemies (2009)

baştan söyleyelim, puplic enemies bence michael mann’ ın en iyi filmi değil. hatta parmak hesabı yapınca elimin dışında kaldığı bile söylenebilir: collateral, heat, manhunter, the last of the mohikans, the insider...

michael mann’ ın filmlerine ve karakterlerine bakınca erkekler arasındaki dostluğu önemsediğini, filmlerinin de bu dostluğa bir çeşit güzelleme olduğunu hissederiz. kahramanları çizginin hangi tarafında olursa olsun centilmenliği elden bırakmayan, şovalye ruhlu karakterler olup, her zaman düelloda ilk önce rakibinin ateş etmesini bekleyen bir saygı hali içindedir. hal böyle olunca, seyirci iyi ve kötü arasındaki çizgiyi yitirip, bazan birinin bazan diğerinin yanında bulur kendini. bunda da haksız sayılamaz, çünkü onun kahramanları kendini diğerinin yerine koyup rakibine karşı öyle davranış geliştirir.

filmlerindeki kadınlar romanların üçüncü kişilerine benzese de asla silik karakterler değil, bir karar alıp bu kararın ardı sıra korkmadan yürüyen, bu durumun getirdiği acı ya da tatlı bütün sonuçlara razı, güçlü kadınlardır.

yine de michael mann’ın anlattığı erkeklerin hikayesidir. melankolinin hiçbir zaman eksik olmadığı hikayeler...

*

film otuzlu yıllarda, büyük bunalım zamanında geçiyor ve halk tarafından robin hood gibi görülen john dillinger ve arkadaşlarının, onları mümkünse ‘ölü’ yakalamak için çalışan güvenlik güçlerinin hikayesini anlatıyor.

bir de dillinger’ın sevgilisi billie frechette’yi.

özellikle dillinger ve billie’ nin tanıştığı günlere dikkat edin derim. ve insanda bir an önce bu soundtrack’e sahip olmalıyım duygusu uyandıran müzik seçimine.

her şey gibi filmde sona doğru yol alırken, biraz hava almak için sinemaya, clark gable’manhattan melodrama’yı izlemeye giden dillinger, ihanetin o kadar yakınında olduğunu bilmiyordu. o filmi izlemek için sinemada olduğunu haber alan ajanlar tarafından sinema çıkışında vurulan dillinger’in bir şey mırıldandığını farkeden charles winstead eğilip ne dediğini duymaya çalışır. ayağa kalktığında ne dediğini soran melvin purvis’ e duymadığını söyleyip bir sigara yakar.

o sırada birileri, gazeteciler daha iyi fotoğraf alsın diye meşalelerle etrafı aydınlatmaya başlamıştır bile.

o sahne bundan hemen sonra:

hapishane... görüşme odası... charles winstead bir başına oturmaktadır. biraz sonra billie girer içeri, öfkeli gözlerle adama bakar. ajan ayağa kalkarak billie’ nin karşısındaki sandalyeye oturmasını bekler. kendisi de otururken sorar:

-how you doing, billie? (cevap alamayınca devam eder) i' m special agent winstead.

(ardından gelen sessizlikte sigaralığını çıkartır, billie’ ye uzatır. o almayınca kendisi bir tane yakar. billie nihayet konuşur)

-if you' ve come here to ask me more damn questions; "where' s this one or that one?"
-i didn' t come here for you to tell me something. i came here to tell you something.
-they say, you' re the man who shot him.
-that' s right. one of them.
-so why are you coming here to see me? to see the damage you' ve done?
-no. i came here because he asked me to. when he went down, he said something. i put my ear next to his mouth, and what i think he said was this. he said, “tell billie for me, bye-bye, blackbird.”*

sonra winstead kalkar ve odadan çıkar. billie kalır geriye; kendini bırakmamak için çabalayan, dik durmaya çalışan billie. ama göz yaşları söz dinlemez.

hiçbir yerde dinlemez...



*serbest çeviri:

- nasılsın billie?...ben ajan winstead.
- yeniden o lanet soruları mı sormaya geldin? ‘bu nerede, o nerede?’
- buraya bana bir şey söyleyesin diye gelmedim. ben sana bir şey söylemeye geldim.
- onu vuran adamın sen olduğu söyleniyor.
- doğru. vuranlardan biriydim.
- beni niye görmeye geldin? açtığın yarayı görmek için mi?
- hayır. buraya geldim, çünkü o istedi. yerdeyken bir şey söyledi. kulağımı dudaklarına götürdüm ve sanırım şunu söyledi. dedi ki, "billie' ye benim için şunu söyle, elveda karakuş."

çimenlik

söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."

*

bir yaz günü.

gökyüzü masmavi. o mavilikte sadece bir kaç parça bulut asılı. ve çok güneş. büyük bir bahçe ya da bir parkın ortasında kalmış geniş bir çimenlik.

şezlong benzeri, bez bir sandalyede oturuyorum. üzerimde açık mavi keten gömlek -kolları kıvrılmış-, krem pantolon, beyaz tabanlı mavi ayakkabılar.

sen, etek uçlarında mavi-sarı çiçekler olan beyaz bir elbise giymişsin. bazan bir esinti oluyor ve o çiçekler uçuşuyor. omuzların çıplak, omuzlarında güneş etkisi. sadece senin duyduğu bir ritme kendini bırakmış, benden biraz uzakta çıplak ayaklarınla hafifçe salınarak dans ediyorsun.

yüzümde bir tebessümle seni seyrediyorum.

derken oturuşumu bozmadan bir elimi aşağıya bırakıyorum. şimdi parmak uçlarım çimenlere dokunuyor.

parmak uçlarımı çimende dolaştırıyorum.

sanki çıplak ayaklarına dokunuyor gibi.

sanki...

15 Aralık 2009 Salı

oda

sahne yavaş yavaş aydınlanır.

modern zaman eşyaları ile dolu bir odada kadın ve erkek suskunluğun kollarında karşılıklı olarak oturmaktadır. hava ağır ve tahammülü zor.
yine de karşılıklı yudumlanacak hoş kokulu bir çayın -papatya mesela- eşliğinde her şey güzele dönecekmiş gibi.
adamın yüzünde ışıklı bir gülümseme belirir. o gülümsemeyle:
- geçti, der. geçti..
aynı ışıklı gülümseme kadının yüzüne de gelip yerleşir. bir de merak.
- ne oldu da geçti?
- aklıma birden sen geldin. seni düşündüm. varlığıma armağan olan varlığını, benden sana, senden bana akıp duran ve akarken azalmak yerine çoğalan o şeyi..
oda. bir kadın ve bir erkek. iki fincan çaydan yükselip odayı odayı dolduran hoş bir koku. -belki papatya-

sahne yavaş yavaş kararır.

14 Aralık 2009 Pazartesi

karla karışık yağmur

şehre düşen kara, denize düşen yağmura acırım.

şehir karın kıymetini bilmez. deniz üzerine düşen yağmuru kendine dönüştürür.

durgun bir havuzun yüzeyine düşen yağmur ise müthiştir. severim, yağmurla suyun temas ettiği, hem aynı hem de ayrı şeyler olduğu o anı.

ve bilirim, ‘yağmur yalnız yağarken yağmurdur’*

ara şarkı -uzaklardan gelen,yol yorgunu atının sağrısı terli bir seyyah anlatmıştı-: bu tarz hikayelerde hep olduğu gibi, bir yerde bir adam yaşarmış. üzerine ne yağmur ne de kar düşermiş. çünkü o adamın kalbinde öyle büyük bir yangın varmış ki daha düşmeden buhar olup uçarmış yağmur damlası, kar tanesi...

ve aşığım, dünyanın bütün ağlayan ya da yağmurda ıslanmış kadınlarına. çünkü kirpikleri ıslaktır ve bir kaç tel saçı yanağına yapışmıştır.


*: ismet özel, of not being a jew

12 Aralık 2009 Cumartesi

bahçe

"annemin, o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez, uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının dallarındaki son yapraklar sabahtan bu yana esen sert rüzgar ve durmaksızın yağan yağmur yüzünden döküldü," diye yazdı adam.

ardından pencereye gitti. çırılçıplak armut ağacına ve yanındaki meyveye durmuş portakal ve mandalina ağaçlarına baktı. kendi elleriyle diktiği nergisler hemen orada, kış meyvelerinin yan tarafındaydı. vakti gelmiş, başlarını topraktan kaldırmışlardı.

bir süre bahçeyi seyretti. bakışları anayoldan ayrılıp bu bahçeye gelen, yazları toz toprak, kışları çamur içinde kalan yola ulaşmadan önce bahçe kapısının mavisindeki bir kaç pas lekesini gördü.

11 Aralık 2009 Cuma

altı çizili satırlar: cebelitarık denizcisi

hiç şüphesiz kitapların da bir kaderi var. yerine ve zamanına denk gelirler. ilk okumaya kalktığımda bitiremediğim tatar çölü sonradan sıralama dışı bir biçimde hayatımın romanı olmuşsa bu ancak denklik kelimesi ile anlatılabilir.

benim onu değil, onun beni bulduğuna inandığım marguerite duras romanı cebelitarık denizcisi de böyle bir roman: yerine ve zamanına denk gelen.

bu roman, "eksilterek yazmak"la ünlü olan duras'ın romanları içinde en hacimli olanı.

sadece bu değil, duras'ın her zaman yaptığı gibi olayın pek az şeye, öykü süresinin kısa bir zaman dilimine indirgendiği bir anlatı da değil. uzun bir zaman diliminde italya'da başlayıp, neredeyse bütün akdeniz limanlarını dolaştıktan sonra cebelitarık'ı geçip önce atlantik okyanusuna, sonra da afrikanın içlerine yol alan bir roman.

ama kahramanları, hep olduğu gibi kalabalıklar arasında yalnız ve az konuşkan.

uzatmalı sevgiliden "senin hayatın hayat değil" diyen kamyon şoförüne, nehir ağzındaki pansiyon sahibinin kızından yatta çalışan denizcilere, cebelitarık denizcisi olma ihtimali taşıyan benzinciden afrikada unutulmuş bir köydeki maceraperest ihtimale kadar bir yığın karakter 'ciddi' manada romanda yer bulsa da roman bir kadınla bir erkeğin hikayesi.

anna, amerikalı bir milyonerin dul eşi. yatıyla bütün bir akdenizi dolaşıp "cebelitarık denizcisi"ni aramaktan başka bir iş yapmayan genç ve güzel bir kadın.

adamın ismini bilmiyoruz. yıllardır sevmediği bir işte çalışan, sevmediği bir kadınla birlikte olan, yani yaşamayıp zaman geçiren bir adam.

altı çizili satırlar ise neredeyse romanın başından, adamın uyanışına sebep olan kamyon şoförü ile yaptığı konuşmadan.

adam ve uzatmalı sevgilisi milano ve cenova'yı dolaşmışlar, iki gündür bulundukları piza'dan floransa'ya gitmeye karar vermişlerdir. ama barışın ikinci yılına denk geldiği için ne tren ne diğer toplu taşıma araçlarında yer yoktur. birileri floransa'ya işçi götürüp getiren kamyonlardan bahsedince şanslarını orada denemeye karar verirler. adam şoförün yanına, kadın ise kamyonun kasasına işçilerin yanına oturur.

şoför konuşkan bir adamdır. bir yığın şey anlatıp, bir yığın soru sorar. en sonunda, "bence sen işini bırakmalısın," der.

işte o altı çizili satırlar:

"- bence sen işini bırakmalısın.

- er ya da geç, yapacağım bunu.

bu işin şakası olmadığını bana yeterince anlatamadığını düşünüyor olmalıydı:

- baksana, dedi. beni ilgilendirmez ama, sen bu işi bırakmalısın bence.

bir an sustu, sonra:

- yaşamın yaşam değil.

- tam sekiz yıldır, bu işi bırakacağım günün bekleyişi içindeyim, dedim. ama eninde sonunda olacak bu, başaracağım.

- benim de demek istediğim şu ki, bugünden tezi yok...

bir an sustum, sonra:

- belki de haklısın, dedim.

nefis bir serinliği vardı rüzgarın. ama şoför benim kadar tadını çıkaramıyordu.

ona sordum:

- peki, niye böyle dedin?

usulca, dedi ki:

- çünkü sen, biri sana bunları söylesin diye bekliyorsun, yalan mı?

ve bir kez daha yineledi:

- yaşamın yaşam değil. benim yerimde kim olsa aynı şeyi söylerdi."*




*çeviren: mükerrem akdeniz (can, 1999)

günün sorusu: zapt etmek

kime demiştim, "yağmura karşı gözlerini zapt etmek zordur," diye?

bavul

her kadın en az bir defa birileri ona "gitme," desin diye bavulunu topluyormuş gibi yapmıştır.

9 Aralık 2009 Çarşamba

angel eyes

uzak bir yaz, şimdi unutulmuş bir sinema salonu...

zamanında ıskaladığım, daha doğrusu yakalayamadığım bir filmi görmek için oradayım.

görüntüden önce sting'in sesi dolmuştu salona: angel eyes. -ki sting sevdiğimi söyleyemem.-

sonra markette dolaşan ama alışveriş arabasına sadece içki şişesi koyan bir adamın görüntüsü düşmüştü perdeye.

film mi? boş verin. belki sonra konuşuruz.

ekho

ya da en çok bildiğimiz adıyla 'yankı'...

ondan bahsetmek için ilk önce narkissos' tan bahsetmeli. tıpkı habil ile kabil, mevlana ve şems gibi.
narkissos; mitolojinin, güzelliğinin farkında ve bu farkındalık yüzünden kendini beğenmiş, şımarık çocuğu.

böylesi hikayelerin hepsinde olduğu gibi, bir gün ekho narkissos' u görür ve öğrenir; onu görmek, ona aşık olmak demektir. günler sonra ekho taşımaktan yorulduğu bu aşkı ona söylediğinde kendinden başkasını görmeyen narkissos yanıt dahi vermez. utancından ve aşkının acısından ne yapacağını bilemeyen ekho' ysa ormanın derinliklerine doğru kaçar. acısından eti çekilir, damarlarındaki kan buhar olup uçar, kemikleri un ufak olup rüzgara karışır.

bir tek sesi kalır geriye; 'seni seviyorum' denildiğinde 'seni seviyorum' diyen, asla ' ben de' diyemeyen bir ses.

7 Aralık 2009 Pazartesi

günün sorusu: üniforma

kadınlar bir otelin önünde müşterileri karşılayan üniformalı görevliye değil de üniformalı bir denizciye tutuluyorsa, bu durum çekici olanın üniforma değil, erkeğin her an gidebilecek olması olduğunu ortaya koymaz mı?

manolois*

yeniden çarmıha gerilen isa..

en mutlu günlerinin, öksüz kaldıktan sonra verildiği manastırda başrahip manasi'nin hizmetinde geçirdiği günler olduğunu söylerdi. on beş yaşındayken likovrissi köyü yargıcı patriarheas onu "burada bir harem ağası gibi solup gitmesin," diyerek manastırdan aldı ve sarikana dağı'ndaki sürüsüne çoban yaptı.

papaz ve köyün ileri gelenleri tarafından kutsal hafta sırasında isa'nın acılarını canlandırmak için seçildiğinde leoni ile nişanlıydı ve evlenmek için gün sayıyordu. ama o, bu seçimin ardından bambaşka bir hayata doğru yürüdü.

ilk önce lenoi'den ayrıldı ve kutsal hafta için mari magdalena seçilen dul katerina'nın yörüngesine girdi; ona, "bana baş melek gibi görünüyorsun. ruhumu almak isteyen bir melek," diyen, elinin altındaki onca erkeğe rağmen ağlarını hazırlayıp onun düşmesini bekleyen katerina'nın. düşlerinde onu gören katerina'nın.

peşi sıra, çobanlıktan ayrılıp, kasabaya alınmadıkları için sarakina dağı'nın kayalıklarında yaşam savaşı veren yersiz yurtsuz hıristiyanların arasında yaşamaya başladı.

yusufaki'nin öldürülmesi ile kendini köy için feda etme fırsatını bulsa da, gerçekler ortaya çıkınca amacına ulaşamadı.

en sonunda "bolşevik" suçlamasıyla aforoz edilip, kilisede halk tarafından linç edildi.

belki de ağa, onun için, "hem deli, hem aziz," derken haklıydı.



*: nikos kazancakis, yeniden çarmıha gerilen isa

5 Aralık 2009 Cumartesi

konum

hold on* ile sakın gelme** arasında bir yerlerde...


*  : tom waits
**: mfö

3 Aralık 2009 Perşembe

ben buradayım...

oğuz atay araştırmacısı yıldız ecevit'in yazdığı ve 'demiryolu hikayecileri - bir rüya' başlıklı oğuz atay öyküsünün "ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?" cümlesinden yola çıkarak 'ben buradayım...' adıyla yayınlanan nefis oğuz atay biyografisini nihayet okudum.

yaklaşık dört yıl önce kitap yayınlandığında kitap hakkında konuştuğumuz arkadaşıma "yıldız ecevit'in yaza yaza bitiremediği oğuz atay deryası" diye başlayan ve kitabın yazarına yönelen bir yığın eleştiri cümlesi kurduğumu hatırlıyorum. ama kitabı okurken ve bitirdikten sonra geçen şu bir kaç gün içinde yıldız ecevit'ten defalarca özür diledim, hala da diliyorum.

*

oğuz atay'ı çok iyi bilen, onunla bir çeşit iç evren dostluğu kurup onu içselleştirmiş (hadi cesaret edip söyleyelim -onunla aynileşmiş-) bu yönüyle de bana otobiyografisini yazdığı kişilerle özdeşleşen, hatta biyografisini yazdıklarından biri olan kleist gibi yaşamına son veren stefan zweig'ı hatırlatan yıldız ecevit, baştan sona kusursuz ve çok emek harcandığı belli olan bir kitap çıkartmış ortaya.

sunuş kısmında belge eksikliği gerçeğini itiraf ederek, bellek merkezli yolculuğun ip-uçlarını veren yazar "belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğu geçmişteki gerçekin ise bu güvenilmez kaynağın koridorlarından bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimleri"nden bildiğini söylüyor. çünkü "insanların yaşadıkları olayları, bir çok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanlarının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zamanla ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği" doğruydu. anılarımızın: cgerçeğimiz olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtlarının büyük bir bölümü kuramacaydı."

yıldız ecevit'in yaptığı kendi oğuz atay'ını bizimle paylaşmak. bunu yaparken de onun yaşamda ve kurmaca dünyada bıraktığı izleri takip etmek. kendisinin de dediği gibi 'ben buradayım' önermesi sadece atay'ı değil onu da kapsamına alıyor.

*

kimseyi şaşırtmayacak bir öğrencilik hayatı: başarılı, zeki ama yalnız ve hüzünden beslenen bir mizah yeteneğine sahip bir öğrenci. neredeyse her okuduğunu depolayan belleği hem okul sınavları hem de başta tutunamayanlar olmak üzere romanlarını yazarken de işini çok kolaylaştırmış.

robert musil, samuel beckett, elias canetti, hermann hesse ,franz kafka, james joyce, charles dickens ve elbette dostoyevski yazarlığının en büyük yol arkadaşları olmuş. oblomov'dan, don kişot'tan, boncuk oyunu'ndan, zen ve motosiklet bakım sanatı'ndan, hayat denen oyun'dan çıkartmış hayat denilen şu komedinin kurallarını. kimselerin bilmediği yazarları okumuş, kitapları keşfetmiş.

klan adını verdikleri arkadaş grubunun içinde günleri tüketirken, şaşırtıcı biçimde birbirleriyle tanıştırmadığı arkadaş adacıkları oluşturmuş. ve tabi ki, ankaradaki askerlik günlerinin ona ve bize armağanı süleyman kargı yani vüs'at o. bener...

betonar adında bir şirket kurarak inşaat sektörüne girmesi ne kadar şaşırttıcıysa bu şirketin iflası o kadar normal geldi bana.

klanın bir parçası, büyük aşkı, her şeyi, tutunamayanlar'ı yanında yazdığı ve kendisine ithaf ettiği, eşine rağmen kadınlığının bütün hallerine tutkun olduğu sevin...

bugüne kadar hakkında okuduklarımdan eselerinin otobiyografik öğeler barındırdığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. zaten "onun kurmaca metinlerinin tümü, kendisini epey sarstığı anlaşılan biyografik yaşam yolunda karşılaştığı olaylardan kimilerinin gerçek görünümlerinden koparılarak estetize edilmesinden; bundan daha çok da, bu olayların iç dünyadaki yoğun/karmaşık/acıtıcı izdüşümlerinin kurmacaya dönüştürülmesinden oluşmuştur. bu metinlere yazdığı her sözcük, somut gerçeğin içinde bir soluk alma denemesidir; yarattığı kurmaca dünyalar onun biyografik yaşamın içinde oluşturduğu vahalardır; belki de gerçek yaşam o vahalarda yaşanıyordur" diyordu kitabın yazarı.

nihayet günlüğüne geldiğinizde aslında günlük olanın romanları olduğunu farkediyorsunuz. adı 'günlük' olan ise sadece yazı planlamaları.

bir bilim adamının romanı'nı bir proje olarak para için yazdığını öğrendiğimde bunu yaparken çektiği acıların kat kat fazlasını çektim. keşke yaşamının koşulları bunu yapmak zorunda bırakmasaydı onu, keşke tasarladığı filmi de çekebilseydi.

bir de romanları çıktığında onu okumayan yetmişler insanlarına çok kızardım. onu anlamadıkları için değil,bir güzelliği ıskaladıkları için değil, onun 'ben buradayım'ına 'ben de' cevabını vermedikleri için. ama bu kitapla beraber onlara olan öfkem de kayboldu. çünkü o dönem böylesi kişisel iç dökümlerinin okunmadığı, toplumu kurtarmak derdindeki insanların daha politik, daha kuramsal, daha evrensel takıldığı dönem olarak çıktı karşıma. 'canım oğuz' un okunması için seksen sonrası apolitik ortam gerekiyordu. ve bu sayede kendi içine dönen insanların el kitabı oluverdi.

romanlara sinen yaşam parçalarını bu kadar net fark edip görünce benim için 'canım selim' öldü. 'turgutum özben' öldü. 'hikmet'ler öldü. 'albayım!' kayboldu gitti. 'beyaz mantolu adam'dan hiçbir şey kalmadı geriye. geriye tek bir gerçek kaldı: canım oğuz...

*

canım oğuz, öldün gittin.
'canın insanlar' geride kalanlara 'bunu da yapmaya' devam ediyor hala.

ay

dolunay...

ve bir kaç parça bulut...

yer yüzünden bakıldığında 'ay'ın daima aynı yüzünün göründüğü bilinen bir meseldir. buradan geldiği belli ve voltaire'e mal edilen "insanlar ay gibidir; bir yüzleri daima karanlıkta kalır." sözü de.

bin dokuz yüz yetmiş üçte çıkan ve pink floyd'u pink floyd yapan dark side of the moon albümünü kim unutabilir?

shakespeare atinalı simon'da "ay berbat bir hırsızdır/solgun ateşini güneşten çalan" der. ve yazarın bir yerlerde bizzat söylediği gibi nabokov'un ünlü romanı solgun ateş adını bu iki mısradan alır.

dün gece, vakit gece yarısını çoktan geçmişken hem soğuğu hissetmek hem de hava almak için bahçeye çıktım. gökyüzünde bir kaç parça bulut vardı. dolunay bütün güzelliğiyle kendini bana sunuyordu. aklıma uzak iki şehirde geçirdiğimiz gecelerde oynadığımız bir oyun geldi.

aynı şehirdeydik ama aklıma uzak iki şehirdeyken oynadığımız o oyun geldi: şimdi sen de aya bak. aynı yere ve aynı şeye bakmış olalım.

bir de çok eski bir cümle: yoksa sizin oradaki ay da bizim buradaki ay gibi yalnız kalplerin 've bağlacı' mı?