27 Ağustos 2010 Cuma

yaz geçer

geçip giden şu yazı özledim şimdiden...

send me a postcard

kült ne demekse tam da onun karşılığı olan the big lebowski'yi izleyenler, kahramanımızın ("bu bizim öykümüzde ahbap oluyor." hem nedir ki bir kahraman?) üzeri yeşil pas lekesi dolu arabasına ve creedence kasetlerine kavuştuktan sonrasını muhakkak hatırlar: lookin' out my back door...

bu sahneden sonra, "elimizi arabanın tavanına vurarak dinlenecek şarkılar" diye bir sınıflandırma yapmamak elde değildir.

işte, o şarkılardan biri: shocking blue tüm sevenleri için söylüyor, send me a postcard...

19 Ağustos 2010 Perşembe

çocuk

kocaman bir gülümsemesi, "yağmurun ellerinden bile" küçük elleri vardı.

ay çiçeği tarlalarını hatırlatan kirpikler, gözlerinin göğünde saklı bulutlar.

ve o gökyüzü, ancak saçlarına tutunmakla mümkündü.

bir de, "çocuk" derdi bana. çocuk...

bilirim, geçmiş geriye gelmez. ama o "çocuk"lardan üçünü kendime sakladım. belki de hayatın o anına tutunmak, başarabilirsem nasıl olduğunu hatırlayabilmek için.

*

bir... günün daha çok zamanını beraber geçirelim diye daha gün doğmadan buluştuğumuz, ilk rastladığımız açık pastanede kahvaltı yapıp sürekli bir şeyler anlattığımız günler:

dün akşam senden sonra bindiğim taksinin şoförü maç dinliyordu. bu ara fenerbahçe için işler iyi gitmiyormuş. yol boyu maç dinleyip futbol konuştuk. çocuk, bana neler yaptığını görüyor musun?

iki... bazan hayat çizdiğimiz yoldan akmaz. geçmesi beklenen bir takvim uyuşmazlığı vardır. ama geçmez. başka denizlerde, başka iklimlerde olmak zorunda kalırsınız. kelimenin tam anlamıyla 'hayat olmuştur'. öyle ki meşguliyetler bir telefona bile izin vermez. o günlerden birinde bilgisayar ekranına düşen bir mesaj:

neden kendini benden esirgiyorsun çocuk?

üç... bilirsiniz, doğa kuralıdır; mevsimler değişir, gün batar, kuşlar geriye döner. o kendi arkadaşlarıyla ben de benimkilerle. telefon çaldı. açıp açmamak arasında bir tereddüt yaşadıktan sonra açtım:

belki biraz sarhoşum ama ne söylediğimi biliyorum. gidişinin ayak seslerini duydum çocuk.

13 Ağustos 2010 Cuma

on üç ağustos

adam, yılların verdiği alışkanlıkla bu on üç ağustos sabahı da erkenden uyandı. ilk iş olarak neredeyse ezbere bildiğine aldırmadan, yıllar önce henüz üniversite öğrencisiyken gözleri su yeşili ile deniz mavisi arasında gidip gelen dünyanın en güzel 'beste'sinin kitaplığından çalınıp kendisine armağan edilen kitaptan küçük prens'i bir defa daha okudu.

kitabın son sayfası da bittiğinde aklından alper canıgüz'e ait cümleler geçti: "dünyada yazılmış en güzel aşk hikayesidir küçük prens...uzak bir gezegende yaşayan çiçeğine aşık bir deli oğlandır kendisi..."*


*:gizliajans

6 Ağustos 2010 Cuma

suskunluk

belki de kabul etmeliyiz; suskunluk da dilin olanaklarından biri. susmak da konuşmaya dahil ve "o anlatır" diyerek üç noktaya sığınmamız boşuna değil.

en güzel hikayeleri aslında susarken anlattığını iddia eden adam böyle der.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

altı çizili satırlar: son hafriyat

emrah serbes' i murat menteş ve alper canıgüz' ün yanına kaydedeli oldukça uzun zaman oluyor. o günden bu yana yazdıklarını merakla bekliyorum. iyi bir yazar, yazdıkları ilgimi çekiyor çünkü.

kaldı ki hakkında bildiklerim sadece aşağıdaki altı çizili satırlardan ibaret olsaydı bile yine okurdum onu. bu adam iyi anlatıyor diyerek.

"gönül' ün zilini çaldı.

'kim o?'

sessizlik. 'ne olur aç,' demekti.

gönül kapı deliğinden bakıp tanısın diye otomatı yaktı. kapının demir kilidi kalktı, yavaşça açıldı.

gönül, başını biraz geriye atıp tanımak ister gibi baktı. buraya yolu düşmeyeli uzun zaman olmuştu başkomiserin. tanıyınca, ceketinden nazikçe tutarak içeri çekti. gönül' ün sırtı duvara yaslıydı. bir soluk mesafesinde durdular. saniyeler elle tutulabilirmiş gibi uzadı, hissedilir oldu, yoğunlaştı, hatta birkaçı ansızın donuverdi. behzat ç. donmuş saniyeleri kırıp gönül' ü boynundan öptü,yüzünü ense kıvrımına yasladı, kokusunu uzun uzun çekti içine. tabutun kapağı açılmış da aylar sonra nefes almış gibi bir his. eliyle belini kavradı. diğer el, omuzdan geceliği sıyırdı, dolgun göğsü avuçladı. soluklar birbirine karıştı, dudaklar birleşti, olaylar gelişti.

sabah..."
*


*:iletişim yayınları, 2008

bir ankara polisiyesi

emrah serbes, daha otuzunda bile değil...

ama olgun bir yazar edasıyla bu coğrafyada olmaz dediğim bir şeyi olduruyor; tadından yenmez ankara polisiyeleri yazıyor.

kemal tahir'in f.m. ikinci müstearıyla yazdığı "aslından daha iyi olmakla itham edilen gavur işi" romanlar arasında çok beğendiğim mayk hammerler olsa da, önüne aldığı new york haritasına bakarak bir gecede yazıldığı rivayet olunan bu maceralar bizden bir şey taşımaz. tıpkı, mickey spillane'in yazdığı bir hikayenin tercümesi gibidir.

oysa emrah serbes' in yazdıkları o kadar bizden ki. başta esasoğlan behzat ç. olmak üzere, cinayet masasının elemanları oldukça gerçek resmedilmişler: behzat ç. nin genç devriye arkadaşı harun, vekaleten emniyet müdürlüğü yapan tahsin, ziraat mühendisi olarak iş bulamadığı için polis olmuş çevre duyarlısı cevdet, nişanlandıktan sonra ayrılan ve bu tarz ayrılıkların her an açığa çıkmaya hazır gerilimiyle ortada dolaşan eda ve selim, yıllanmış polisler hayalet ve akbaba, hatta soruşturmayı yürüten iki müfettiş... sanki kapı komşumuzmuş gibi bizden ve gerçek.

okurken yazarın gözlem yeteneğine de tanıklık ediyoruz. aynı yetenek diyaloglarda da kendini gösteriyor. öyle ki, içteki dairenin dışında kalan bütün kahramaların adının bahattin oluşuna, sürekli kitap alıntılarıyla konuşan şule'deki günlük hayata uymayan yanlara aldırmıyorsunuz. çünkü kitabın inkar edilemez mizahını besleyen unsurlardan bir haline dönüşüyorlar.

planlı cinayetin nadirattan olduğu, ankara gibi suç oranının oldukça düşük olduğu bir şehir için seçilen konu da yapıştırma ya da taklit hissi uyandırmıyor: eğer ailenizin bütün fertleri kanlı bir baskınla, bir çeşit yargısız infaz sonucu öldürülürse eminim sizin de aklınızdan intikam planları geçer.

"türk polisini ne olursa olsun korumak" ve "adalet"ten yana olmak gibi sinema ya da edebiyatta sık rastladığımız, sanat eserinden tat almamıza engel olan bir yanlışın peşinden gitmeyişi, özellikle çevik kuvvetin göstericilere karşı takındığı acımasız tutumun anlatıldığı sahneler benim için romanın değerini arttıran noktalardan bir tanesi oldu.

*

bütün bunların yanında, son harfiyat, 'nostaljik' bir roman. sadece bir zamanlar size ait bir şehri romana konu ettiği için değil, hala ankarada yaşayanlar için de öyle. tıpkı,

-ted kolejin önündeydik.
-hangi ted kolej?
-kaç tane kolej var? kolejdeki kolej işte.
-orayı belediye aldı. koleji incek' e taşıdılar.

diyaloğunda olduğu gibi sakarya'nın ortasında bulunan ama artık doldurulmuş havuz, yıkılan havagazı fabrikası, adı artık köyüm red kit olan cebeci dörtyol'daki red kit birahanesi, doldurulan mamak çöplüğü, artık carrefour olan bir zamanların gima'sı, eski ormancılar lokali'nin altındaki yeni sahne, her tarafı kazılmış gençlik parkı benzer biçimde anılarak roman zaman zaman saygı duruşuna dönüşüyor.

*

son harfiyat'ı uzun zaman önce okumuş, üzerine bir şeyler karalamak istediğim halde bir türlü eyleme dökememiştim. ama behzat ç. nin bir dizi karakteri olarak ekrana geleceğini duyunca bu istek içimde yeniden büyüdü.

sanırım birileri, "emrah serbes, döneminin en iyi yazarlarından biri. ben olsam, ona hemen bir senaryo sipariş eder, hiç değilse mevcut senaryoların diyaloglarını yazdırırdım. insanların aslında nasıl konuştuğunu hatırlamaya vesile olurdu," diyen sevin okyay'ı duymuş.

"kitaplardan aldığım telif onları yazarken içtiğim sigara parasını karşılamıyor. sigarayı azaltmam gerek," diyen emrah serbes'in para kazanmasını, yazarlıktan kazandığı parayla hayatını devam ettirmesini ben de çok isterim ama dizi değil de sinema filmi asıl tadından yenmez sanki.

hiç olmazsa dizi uzasın diye saçma sapan olay ve karakter ilaveleri olmasın. hikâye tıpkı dexter'da olduğu gibi senede bir sezon ve on iki ya da on üç çarpı kırk dakikada anlatılsın.

son olarak, kitabı okurken gözümün önüne gelen behzat ç. onur ünlü'nün "polis"i musa rami'ye benzese de bana dizi için en iyi tercih nejat işler'miş gibi geliyor.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

fırtına

fenerin yan tarafındaki kayalıkta nedense hep böyle sabahlarda karşılaştığımız ihtiyar balıkçı ağzından hiç eksik olmayan sigarasından derin bir nefes aldı ve kayalara vuran dalgaları işaret ederek, "eğer kıyıda yaprak kıpırdamazken sahile dalgalar vuruyorsa bu açıkta fırtına var demektir," dedi.

sonra sustu.

sanki sonsuza kadar konuşmayacakmış gibi sustu.