4 Ağustos 2010 Çarşamba

bir ankara polisiyesi

emrah serbes, daha otuzunda bile değil...

ama olgun bir yazar edasıyla bu coğrafyada olmaz dediğim bir şeyi olduruyor; tadından yenmez ankara polisiyeleri yazıyor.

kemal tahir'in f.m. ikinci müstearıyla yazdığı "aslından daha iyi olmakla itham edilen gavur işi" romanlar arasında çok beğendiğim mayk hammerler olsa da, önüne aldığı new york haritasına bakarak bir gecede yazıldığı rivayet olunan bu maceralar bizden bir şey taşımaz. tıpkı, mickey spillane'in yazdığı bir hikayenin tercümesi gibidir.

oysa emrah serbes' in yazdıkları o kadar bizden ki. başta esasoğlan behzat ç. olmak üzere, cinayet masasının elemanları oldukça gerçek resmedilmişler: behzat ç. nin genç devriye arkadaşı harun, vekaleten emniyet müdürlüğü yapan tahsin, ziraat mühendisi olarak iş bulamadığı için polis olmuş çevre duyarlısı cevdet, nişanlandıktan sonra ayrılan ve bu tarz ayrılıkların her an açığa çıkmaya hazır gerilimiyle ortada dolaşan eda ve selim, yıllanmış polisler hayalet ve akbaba, hatta soruşturmayı yürüten iki müfettiş... sanki kapı komşumuzmuş gibi bizden ve gerçek.

okurken yazarın gözlem yeteneğine de tanıklık ediyoruz. aynı yetenek diyaloglarda da kendini gösteriyor. öyle ki, içteki dairenin dışında kalan bütün kahramaların adının bahattin oluşuna, sürekli kitap alıntılarıyla konuşan şule'deki günlük hayata uymayan yanlara aldırmıyorsunuz. çünkü kitabın inkar edilemez mizahını besleyen unsurlardan bir haline dönüşüyorlar.

planlı cinayetin nadirattan olduğu, ankara gibi suç oranının oldukça düşük olduğu bir şehir için seçilen konu da yapıştırma ya da taklit hissi uyandırmıyor: eğer ailenizin bütün fertleri kanlı bir baskınla, bir çeşit yargısız infaz sonucu öldürülürse eminim sizin de aklınızdan intikam planları geçer.

"türk polisini ne olursa olsun korumak" ve "adalet"ten yana olmak gibi sinema ya da edebiyatta sık rastladığımız, sanat eserinden tat almamıza engel olan bir yanlışın peşinden gitmeyişi, özellikle çevik kuvvetin göstericilere karşı takındığı acımasız tutumun anlatıldığı sahneler benim için romanın değerini arttıran noktalardan bir tanesi oldu.

*

bütün bunların yanında, son harfiyat, 'nostaljik' bir roman. sadece bir zamanlar size ait bir şehri romana konu ettiği için değil, hala ankarada yaşayanlar için de öyle. tıpkı,

-ted kolejin önündeydik.
-hangi ted kolej?
-kaç tane kolej var? kolejdeki kolej işte.
-orayı belediye aldı. koleji incek' e taşıdılar.

diyaloğunda olduğu gibi sakarya'nın ortasında bulunan ama artık doldurulmuş havuz, yıkılan havagazı fabrikası, adı artık köyüm red kit olan cebeci dörtyol'daki red kit birahanesi, doldurulan mamak çöplüğü, artık carrefour olan bir zamanların gima'sı, eski ormancılar lokali'nin altındaki yeni sahne, her tarafı kazılmış gençlik parkı benzer biçimde anılarak roman zaman zaman saygı duruşuna dönüşüyor.

*

son harfiyat'ı uzun zaman önce okumuş, üzerine bir şeyler karalamak istediğim halde bir türlü eyleme dökememiştim. ama behzat ç. nin bir dizi karakteri olarak ekrana geleceğini duyunca bu istek içimde yeniden büyüdü.

sanırım birileri, "emrah serbes, döneminin en iyi yazarlarından biri. ben olsam, ona hemen bir senaryo sipariş eder, hiç değilse mevcut senaryoların diyaloglarını yazdırırdım. insanların aslında nasıl konuştuğunu hatırlamaya vesile olurdu," diyen sevin okyay'ı duymuş.

"kitaplardan aldığım telif onları yazarken içtiğim sigara parasını karşılamıyor. sigarayı azaltmam gerek," diyen emrah serbes'in para kazanmasını, yazarlıktan kazandığı parayla hayatını devam ettirmesini ben de çok isterim ama dizi değil de sinema filmi asıl tadından yenmez sanki.

hiç olmazsa dizi uzasın diye saçma sapan olay ve karakter ilaveleri olmasın. hikâye tıpkı dexter'da olduğu gibi senede bir sezon ve on iki ya da on üç çarpı kırk dakikada anlatılsın.

son olarak, kitabı okurken gözümün önüne gelen behzat ç. onur ünlü'nün "polis"i musa rami'ye benzese de bana dizi için en iyi tercih nejat işler'miş gibi geliyor.

Hiç yorum yok: