7 Aralık 2010 Salı

bir nehrin kıyısında durmak

aynı nehir.

üzerinden sanki yıllar geçmiş bir mayıs eskisinde olduğu gibi sırtımı bir defa daha şehre dönüp kıyısında durduğum nehir.

o mayıs gününün sabahında, kuzeyden güneye inen bir trenle kendisine eşlik ettiğim, güneş yansımalarına ev sahipliği yapan nehir. günün akşamında aynı yolu bu defa ters yöne giderken üzerinde yıldız izleriyle bana eşlik eden nehir.

ophelia'ya mektuplar'ı okuyordum. kulağımda müzik, üzerimde 'v' yaka gri tşört.

günün, yani yolculuğun da sonuna doğru, içimdeki yok olma isteği gidecek o kadar yol varken hiçbir yere gitmeyip istasyonda kalma arzusuyla birleşmiş, bir istasyon kanepesinde saatlerce oturmuştum. sadece, saatin kaç olduğuna aldırmadan telefon açıp, çok uzaklardaki birilerine ağlamak istiyordum: kayboluyorum, beni bu yitik öyküden kurtar artık...

istasyondaki saatlerin sonunda hayat masala galip gelmiş, masal yerine hayatı seçip insanların arasına yürümüştüm. ve eski zamanlardan kalma küçük bir kız çocuğu bir anne şefkatiyle eşlik etmişti o yürüyüşe.

ve şimdi; aynı şehre, nehirle yanyana değil de bir atın dolu dizgin kıyıya koşmasına benzer biçimde gelirken, aylardan aralık...

yol boyunca daha kalın bir şeyler giymediğim için kendime küfür ettim, kulağımda müzik, bulmaca çözüp fernando pessoa ve şürekâsı'nı okudum.

geldim. çünkü hatırlamak istedim, hatırlarsam neler olacağını merak ettim.

yine sırtımı şehre dönüp nehre baktım ve anladım; nehir aynı nehir, şehir de. ama ben aynı adam değilim.

anladım ki, biz değişmesek de içimizdekiler değişip duruyor. tıpkı bir top-ten listesi gibi içimizin sıralaması da değişip duruyor. bir zamanlar bir numara olanlar gün geliyor ve liste dışı kalıyor.

nehre sırtımı döndüm, şehre yürüdüm.

orada beni bekleyenler vardı.

Hiç yorum yok: