8 Nisan 2011 Cuma

o sahne: breakfast at tiffany's (1961)

yönetmenliğini blake edwards' ın yaptığı film, hayatı eserleriyle yarışan truman capote' nin aynı adlı kısa romanından* uyarlanmıştır. yazarın hayatından da izler taşıyan ve yazdığı romanlar arasında en başarılısı sayılan bu romanı senaryolaştıran ise george axelrod' dur.

film, hayata dair hayalleri ve yolları aynı apartmanda kesişen holly (taşradan gelmiştir. mutsuz bir çocukluğun ardından daha on dört yaşında evlendirilmiş, sinema oyuncusu olmak için evden kaçıp hollywood' a, orada tutunamayınca da new york' a taşınmıştır) ve paul' ün (sadece bir kitabı yayınlanmış, çiçeği burnunda bir yazardır) hikayesini anlatır. her ikisi de hayallerini devam ettirebilmek ve geçimini temin etmek için bedenlerini satılığa çıkartmıştır. paul jigolodur, holly de erkeklere eşlik ederek geçimini temin eder. (holly karakteri filmde, kitaptaki gibi telekız değil, o dönemdeki yoğun sansür yüzünden bohem hayatı yaşayan ve aldığı armağanlarla geçinen bir kıza dönüşmüştür)

film, yalnızca, tek amacı zengin bir erkekle evlenmek olan holly' nin paul' e aşık olduktan sonra sarsılan düzenini anlatmaz, henry mancinifilme yaptığı müziklerle iki oscar kazanır ve saçlarını geriye doğru tarayan, şık siyah bir elbise giyen ve sigara ağızlığı kullanan audrey hepburn moda dünyasını derinden etkiler.

o sahne ise holly ve paul' ün ilk karşılaşmalarından: apartmana yeni taşınan paul dış kapıyı açtırmak için holly' nin ziline basar. ardından telefonunu kullanmak için onun neredeyse bomboş dairesine girer. hatta paul, siz de yeni taşındınız galiba, diye sorar. sohbet devam ederken, paul aniden ortaya çıkan bir kedi yüzünden tedirgin olur. holly o kediyi kucağına alır.

ve o sahne başlar:

"-poor old cat. poor slob. poor slob without a name. i don't have the right to give him one. we don't belong to each other. we just took up one day. i don't want to own anything, until i find a place where me and things go together. i'm not sure where that is, but i know what it's like. it's like tiffany's.

- tiffany's? you mean the jewelry store?

- that's right. i'm crazy about tiffany's. listen.. you know those days when you get the mean reds?

- the mean reds? you mean, like the blues?

- the blues are because you're getting fat or it's been raining too long. you're just sad, that's all. the mean reds are horrible. suddenly you're afraid, and you don't know what you're afraid of. don't get you ever get that feeling?

- sure.

- when i get it, what does any good, is to jump into a cab and go to tiffany's. calms me down right away. the quietness, the proud look... nothing very bad could happen to you there. if i could find a real-life place, that made me feel like tiffany's, then... then i'd buy some furniture and give the cat a name."




*: birileri kısa roman ve uzun üykü arasındaki farkı bana açıklayabilir mi? aynı esere birilerinin kısa roman, başka birilerinin uzun öykü demesine bakıyorum ama arada bir fark göremiyorum.

**serbest çeviri:

"- zavallı, yaşlı kedi. miskin. zavallı miskin, isimsiz kedi. ona isim koymaya hakkım yok. birbirimize ait değiliz. sadece tesadüfen karşılaştık. eşyalarımla beraber gidebilecek bir yer bulana kadar hiç bir şeye sahip olmak istemiyorum. neresi olacağından emin değilim ama nasıl bir yer istediğimi biliyorum. tiffany gibi bir yer.

- tiffany mi? mücevher dükkanı olan mı ?


- evet. bayılırım oraya. şu kötü kırmızı günler vardır ya...

- kötü kırmızı günler mi? mavi demek istedin herhalde?

- kilo almaya başladığın ya da yağmurun hiç dinmediği günler mavidir. o günlerde sadece üzgünsündür. kırmızı günlerse korkunçtur. birdenbire korkarsın ve neden korktuğunu bilemezsin. hiç böyle hissettiğin olmadı mı?

- elbette oldu.

- böyle hissettiğinde yapılacak en iyi şey bir arabaya atlayıp doğruca tiffany' ye gitmektir. beni hemen rahatlatır; o dinginlik, o görkem... orada kötü hiçbir şey olmaz. eğer beni tiffany' deki gibi hissettirecek bir yer bulabilirsem, o zaman...işte o zaman kendime mobilyalar alıp, kediye de bir isim veririm."

Hiç yorum yok: