20 Mayıs 2011 Cuma

altı çizili satırlar: sırrımsın sırdaşımsın

bazı insanların 'beş parmağında beş marifet var'dır ve anlatılırken tırnak içindeki deyimle tarif edilir. tıpkı kâmuran şipal gibi...

ama o, çevirmenlikte o kadar başarılıdır ki, tıpkı gökyüzünde parlak bir yıldız nasıl yanında, yöresinde bulunan yıldızları görünmez kılıyorsa iyi yaptığı bu iş yüzünden diğer yaptıkları görünmez, bilinmez. oysa eğitimcidir, araştırmacıdır, en önemlisi ödüllü (altmış beş-sait faik, seksen sekiz-tyb hikaye ödülü) bir yazardır.

'çeviren'e dikkat eden her okurun bildiği ve alman edebiyatı'nı 'gerçekten iyi' çevirilerle türkçeye kazandıran kâmuran şipal'in yazar yanı da olduğunu bu romanı duyuncaya kadar bilmiyordum. oysa ödüllü hikayeleri ve demir köprü adında bir romanı daha var.

sırrımsın sırdaşımsın ise, normal koşullarda adı yüzünden uzak duracağım ama kâmuran şipal'in yazar kimliği konusundaki cehaletim yüzünden dikkatimi çeken, biraz merakla biraz da ihmalin verdiği bir utançla okumaya karar verdiğim, okudukça edebi haz kaynağına dönüşen bir roman oldu.

konusu hoşunuza gitmeyebilir, zaman zaman sıkılabilirsiniz. hatta bazı yerlerde hikayeyi uzattığını da düşünebilirsiniz. ama iğne oyası gibi işlenmiş, boşa harcanmış tek sözcük bulunmayan, sanki denenip, tam o boşluğa uyduğu için oraya konulmuş sözcüklerden kurulu cümlelere kayıtsız kalamazsınız. anlam kaybına uğramadan neredeyse bir sayfa süren cümleler, nereden bulup çıkardığını biraz da kıskançlıkla merak ettiğiniz betimlemeler, benzerini kendinizden de hatırlayabileceğiniz çocukluk ve ergen hatıraları.

klasik bir okur hatası olan 'anlatıcı ile yazarı karıştırmak' pahasına da olsa, bir ikindi üzeri annesini anımsayan yaşlı ve yorgun bir adamın çocukluğuna yaptığı düşünsel, peşi sıra annesinin mezarını ziyaret etmek üzere doğduğu ve çocukluğunun geçtiği şehre fiziksel yolculuğu anlatan bu romanın biyografik öğeler taşıdığına eminim. üstelik, yaş olarak kamuran şipal fotoğrafı veren yazar-anlatıcının çocukluk şehri, adı söylenmese de taş köprü, demir köprü, bebekli kilise'ye bakıldığında adana'dan başka bir yer değil.

bu yolculukta yalnızca anlatıcının çocukluğuna, annesiyle oynadıkları ve ona yoksul çocukluğunun acılarını unutturan oyunlara, teyzesine ve teyzesinin ilk aşkı kızına, ara sıra aklına düşen bir fotoğrafta bile yan yana olmaktan mutsuz olduğu öz babasına değil, bir otelin lobisine, kızından arda kalan en parlak hatıraya da tanıklık ediyoruz.

ama hem kendini hem de sırrını paylaştığı okuyucusunu uyarma ihtiyacı duyuyor: bütün bunlar, '...o gizli belleğin kotarıp ön belleği içine yerleştirdiği ve bir an gelip onu gerçekliğine inandırdığı bir yaşantıdan ve bu yaşantının sözde anısından başka bir şey değildi. belki gerçekte yaşandığına inandığı pek çok yaşantıda da aynı şey söz konusuydu. pek çok şey önce düşte yaşanıyor, sonra da gerçeğe yansıtılıyor, buradan da gerçekte yaşandığı duygusu doğup çıkıyordu ortaya ve söz konusu duygu sonradan kolay kolay yerinden oynatılamıyordu.'

annenin anlattığı bir masaldan geriye kalan 'sırrımsın sırdaşımsın/ hocada yoldaşımsın/ niçin kolumu çimdikledin/ sen benim kardaşımsın' dörtlüğünün ilk mısrasından adını alan bu romanın altı çizili satırları yukarıda övgüyle bahsettiğim uzun cümlelerden biri (içlerinde iki yüz on kelime olan var), bellek üzerine yapılan kayıtsız kalınamaz yorumlar ya da şiir tadındaki betimlemelerden biri olabilirdi. ama ben, ilkokulundaki müdirenin onda iz bırakan uyarısından sonrasını seçtim; ona 'nüfus cüzdanım sende' demesi üzerine, müdüre hanım'ın şefkatle gülümseyerek 'sizde' düzeltmesi ve tombul elini yanağına koyup okşayarak 'bir büyüğünle konuşurken ona sen değil, siz diyeceksin.' demesinden sonrası...

işte o altı çizili satırlar:

"ne var ki, müdüre hanım'ın sevgi dolu sıcacık odasında ileride kendilerini bekleyen çetin yaşama yavrularını hazırlayan bir anne gibi, ona sen ve siz arasındaki ayrımı öğrettiği günün yaşantısı zamanla anılar içinde rastgele bir anıya dönüşmeye karşı durdu, diretti, anı değil, hep diri bir yaşantı kimliğini korudu belleğinde. boyuna yeniden yaşandı, onun başkaları ile ilişkisine damgasını vurdu. ince ince işlenmiş bir oya gibi sen ve siz'lerden örülü bir yaşam yolunu arşınlayıp durdu hep. sen'den siz'e, siz'den sen'e bir mekik gidip geldi, birbirinden değişik nakışlar, desenlerle sen ve siz'lerden bir kumaş dokundu sürekli, sen'den siz'e, siz'den sen' e savrulan bir yaşam yaşanıp durdu. sen'de biraz dinlenme, ardından sarp bir yokuşa vuruş: sen-siz. her seferinde müdüre hanım'ın uyarısı yankılandı kulaklarında. siz'leri sen'e dönüştürmekte zorlandı, siz'lerden kaçıp sen'e sığındı hep. müdüre hanım'dan özür dilemelerin bir sonu gelmedi"*



*:yapı kredi yayınları, 2010

notgibi: her şey gibi yazının da bir kaderi var. buradaki haber olmasaydı şüphesiz bu yazı da blog dünyasının 'taslak' denilen dehlizlerinde kaybolup gidecek, geçen yıl nisan ayında yazmaya başladığım bu yazıyı tamamlamak aklıma bile gelmeyecekti.

2 yorum:

pınar dedi ki...

Diyorum ki bir blogun yan tarafında duran Vernumnonfacta ismini tıklamasaydım ...
Çok şey kaçırmış olurdum.
Yazdıklarınızı okumak ve önerilerinizi dinlemek büyük haz.
Benim için sözleriniz,yazılarınız öğretici,
iyi ki karşıma çıktı yazılarınız.:)

verbumnonfacta dedi ki...

çok incesiniz...
hep dediğim gibi, hayat karşısında bir ederi olmayan bu cümlelerin tek şansı gören gözlere denk gelmesindendir.