30 Haziran 2013 Pazar

müdahil

j.d. salinger ve charles dickens arasındaki atışmaya hermann hesse de müdahil oluyor:

"yaşamöykümü anlatabilmem için çok eskilere uzanmam gerekiyor. elimden gelse daha da gerilere, çocukluğumun ilk yıllarına kadar uzanır, burada da durmaz, çok ötelerde atalarıma doğru yol alırdım."*


*: demian

28 Haziran 2013 Cuma

ters istikamet

rüyamda yakari'nin, "biteceğini en başında biliyordun. tıpkı her zaman bir bahar daha olduğunu bildiğin gibi..." deyişini okuyan mehmet murat, açılan parantez kapansın diye bir kaç ay önce yazdım dediği kısa ama oldukça yoğun bir metni bana yollamış.

ne yalan söylemeli, "terkedilmiş şiirler"i terkettikten sonra bir süre kalemi eline almaz sanıyordum.

*

bir gün gitti.

"baharda kuşlar gibi" gelmişti. ama "nisan güneşi gibi geldi geçti".

bir süre her şey yolundaymış gibi yaptım.

oysa mutsuzdum. "mutsuz olduğumu söyleyebileceğim kimsem olmadığı için" değil, gerçekleşmeyen bir arzunun yarattığı hayal kırıklığı da değil. onsuz hayatım bir eksik roman, terkedilmiş şiirler, tamamlanamamış bir eser gibi kalacağını daha ilk günlerde farkettiğim için.

en kötüsü de gecenin ve yatağın ortasında uyanmaktı. tıpkı nöbet geçiren hastalar gibi. her yan karanlık sadece bedeniniz aydınlık gibi. ya da tam tersi.

bir gün gitti.

o gitti ve biz arkadaşlarla bu duruma şaşırmış gibi yaptık.

o gidince ben daha çok gittim. hatta arkadaşlara, "ben çoktan gitmiştim," bile dedim. sonra o biraz daha, ben biraz daha...

ters istikametlere giden gemiler gibi. "aldım, verdim, ben seni yendim." oynar gibi değil yani. galiba, birbirimizi duyamayacak kadar uzaklaştık şu iletişim çağında.

bir gün gitti.

ben de gittim.

bunları yazarken farkettim ki, hâlâ gidiyorum. o da gidiyor olmalı. birimizden biri duracak olsa farkına varmaz mıydık?

ne de olsa fena yakıp yıktık birbirimizi. eminim duysa, "benden sonra yalan konuşmaya başlamışsın, yanan bir tek bendim, şu an olduğum gemiye beni kendi ellerinle bindirdin," der.

ne diyordum? yakıp yıktık birbirimizi. yangın söndürme uçakları, kandilli rasathanesi...

kuzey yarım küre bir zaman arıza yaptı. göçmen kuşlar güney yarım kürede mahsur kaldı. bütün bunlara aldırmadım ama o gemiden sonra aylarca yarı ölü dolaştım.

hâlâ öyle...

26 Haziran 2013 Çarşamba

yağmur

bütün şehri ele geçiren yağmur günün ilk ışıklarıyla, gece aldığı renkleri birer birer geri verirken başlamıştı.

karlı kış günlerinde şehrin kenar mahallelerine kadar inen meraklı gözlerdeki parıltıyı fark edemeyen ahali, o gün de tren yolunun üzerinden geçen köprüde yağmura aldırmadan bekleyen bir adamı fark etmedi.

eğer biri çıkıp, orada ne aradığını sorsaydı, "tren sesini severim," cevabını duyacaktı.

oysa geçip giden trenlerin sesi yağmurun sesinden duyulmuyordu.

21 Haziran 2013 Cuma

varsayım

bir akşam, ikea'dan aldığım ve okuma odasının penceresi önüne yerleştirdiğim iki berjer koltuktan soldakine oturmuş, bosch kahve makinesinin benim için dallmayr prodomo marka kahveden kendi elleriyle hazırladığı filtre kahveyi eti-sultani bisküvi eşliğinde içerken bir yandan da arthur k. wheelock'un hazırladığı abrams books baskısı vermeer: the complete works isimli çalışmadaki resimlere bakıyordum.

(italikleri merak ettiniz değil mi? onlar reklam. her biri için yüz amerikan doları alıyorum... şakaydı. yalnızca, cümlelerine reklam almadan konuşamayan insanların ne hissettiğini merak etmiştim: adidaslarım nerde, louis vuitton çantamla bir kombin yaptım, sadece livasybeşyüzbir giyerim, christian dior güneş gözlüklerimi bu şezlongda unutmuştum, ben audimle geldim, ve saire...)

bir süre sonra kolum yorulduğu için bacak bacak üstüne attım, sol ayak bileğimi sağ dizime koyup vermeer için kendime bir çeşit rahle yaptım. tam o sırada gözüm gayri ihtiyari sol ayağımın tabanına takıldı ve o bakış açısından bile rahatlıkla okunan 'büyük r' harfini gördüm.

"çorapları ters giymişim," diyerek, öfkeyle ayağımı indirdim. sanki, görmezsem 'büyük r' kaybolacak ya da 'büyük l' harfiyle yer değiştirecekti. bir şeyi görmeyince yok olduğunu sanırız ya; aynaya bakmazsak güzeliz, saçımız seyrelmemiş, göz kenarlarında kırışıklar yok.

(bu arada, çocukluğunuzda saklambaç oynarken ebe sizin olduğunuz tarafa yaklaştığında, onu göremiyorsam o da beni göremez düşüncesiyle siz de gözlerinizi kapatıyor muydunuz?)

emin olmak için sağ ayağımı kaldırıp onun tabanına da bakınca bir defa daha şaşırdım. çünkü orada da 'büyük r' harfi vardı ve o çoraptan bir çift daha olmadığı için karışma ihtimali yoktu. yani en başından beri her iki tabanında da 'büyük r' yazılı bir çift çorap giyiyordum ve bunu bütün bir kış boyunca fark etmemiştim.

çünkü, çoraba ihtiyacım olduğunda ne zaman o çift elime gelse "büyük r" harfini görüyor sağ ayağıma giydikten sonra diğer tekine bakmıyordum. siz olsanız bakar mıydınız?

*

tanışmalarımız, rastlaşmalarımız, hatta aşık olmalarımız da böyle. muhatabımızla aynı kitabı okuduk, aynı filme tutkun, aynı şarkıcının aynı şarkısına meftunuz, yağmurdan sonraki toprak kokusuna o da bayılıyor, pencereden yağmuru izlemeyi o da seviyor diye bir çeşit "ruh denkliği" illüzyonuna kapılıyor, geriye kalan ne varsa onların da kesişim kümesi içinde olduğunu varsayıyoruz.

sonra da yanılıyoruz.

*

benzer şeyleri (500) days of summer'daki küçük kız esas oğlana, "güzel bir kız, sırf seninle aynı tuhaf şeylerden hoşlanıyor diye ruh eşin olmaz, şapşal," dediğinde de hissetmiştim.

ve eklemiştim: "bu filmin 'o sahne'si budur. sözlüklerde, forumlarda, internetin türlü mecralarında aynı filmi izledikten sonra "vay be!" dediklerini, aynı konsere gittiklerini fark eden, ellerinde bir fincan kahveyle yağmuru izlemeyi ortak bir zevkle sevdikleri için, hayatları boyunca aradığı erkeği ya da kadını bulduğunu sanan sanal alem müritlerine gelsin bu cümle. bu cümleyi, hâlâ ders almamış olanlar için bilgisayarlarını her açtıklarında okusun diye bir virüs programıyla ekranlarına çakmak gerek. ariel bold. üstelik italik."

günün sorusu: dönüş

insanlar hiçbir şey olmamış gibi geri gelebileceklerini ve yeniden başlayabileceklerini nasıl düşünebiliyor?

19 Haziran 2013 Çarşamba

altı çizili satırlar: son oyun

ne zaman edebi beğenilerimden bahsedecek olsam üç tanesini savunmak ya da açıklamak zorunluluğu hissederim:

"on sekiz yaşında okuduğum ruh adam, yazarı bir ırkçı olmasına rağmen anlattığı aşk hikayesi, kahramanının yalnızlığı ve savunduğu fikre kendisini adamışlığı, mitolojiden felsefeye, tarihten edebiyata anlattıklarıyla,"bir romandan daha ne isteyebilirim ki," diyecek kadar başımı döndürmüştü."

"yazarına ve adına aldırmayın, dişi kurdun rüyaları'nın türk mitolojisindeki ergenekon destanı ile bir alakası yok. cengiz aytmatov, bir yandan papaz okulu öğrencisi abdias'ın ağzından din eleştirisine soyunurken, teknolojinin bir eliyle verirken diğeriyle aldıkları, doğal yaşam ve modernleşmenin yarattığı çevre tahribatı üzerine muhteşem bir kitap yazmış."

*

"bana kalırsa edebiyatçı ve gazeteci olmak üzere en az iki tane ahmet altan var. gazeteci olanı kaba ve öfkeli bulurum. o, nefretini saklama ihtiyacı duymayan, centilmenlikten uzak, iniş çıkışlarını dürüstlük diye savunan saygısız bir adamdır.

edebiyatçı olanın ise bunlarla en ufak bir ilgisi yok. kendisi hâlâ büyümeye çalışan hüzünlü bir çocuktur. hem kalbi hem kanadı kırık, ne kadar sevilse de sevilmeye aç, şafkate muhtaç bir adam. duygulu, kalpli, şövalye ruhlu bir centilmen. kadın ruhundan anladığı ve kadınları iyi anlattığı doğruysa da, kadınları çok iyi tanıdığı herkesin düştüğü ortak bir hata. kendisi bundan şikayetçi görünmüyor ama, kadınlara dair bilinebilecek tek şeyi iyi bildiğini düşünüyorum; her kadın biricik ve tektir, genellemelerle kadınları tanımak mümkün değildir.

*

ahmet altan'ın yazarlık macerası dört mevsim sonbahar'la başlamış olsa da benim onunla tanışmam, tatilde halk kütüphanesine takılacağım, diye kendime söz verdiğim sömestr tatiline denk gelir.

o tatilde hem iki yıl önce roman okumamaya ettiğim tövbeyi kara kitap'la bozacak, hem de arşivden çıkarttığım nokta dergilerini karıştırırken ahmet altan'ın yazarlığını keşfedecektim. kendisine "yardımsever kadın okurlar kazandıran" bu yazıları, yazdığı yazıları sevgilisine okuyamadığını farkedince, yazdıktan sonra heyecanla sevgilisine göstereceği yazılar yazmak arzusuyla kaleme aldığını ise çok sonra öğrenecektim.

bu yazılar geceyarısı şarkıları'na dönüşünceye kadar dört mevsim sonbahar, sudaki iz ve yalnızlığın özel tarihi'ni okumuştum bile. o gün bugündür ne bu üç romanın çok satar olmasını anlayabildim, ne de sudaki iz'i okuyan eleştirmen fethi naci'nin duyduğu "tiksinti"yi...

bu yüzden benim için ahmet altan her manada geceyarısı şarkıları'yla başlar ve oradan devam eder. karanlıkta sabah kuşları ve kristal denizaltı, geceyarısı şarkıları'nı bir çeşit 'üçleme'ye taşır. ve bu 'üçleme' ahmet altan yazarlığının zirvesini oluşturur. daha doğrusu, zirveyi "tanrının eli dokundu" dediği, kılıç yarası gibi ve isyan günlerinde aşk'ın oluşturduğu 'ikileme'yle paylaşır.

tehlikeli masallar değilse de aldatmak çok satsın diye yazılmış romandı. sipariş üzerine yazıldığını düşündüğüm en uzun gece'yi ise 'edebiyatçı' ahmet altan'ın 'eserler'i arasında görmüyorum. dilerse 'gazeteci' olan sahiplenebilir. adı aragon'dan emanet alınma ve kırar göğsüne bastırırken de onun olsun.

*

son oyun ise, neredeyse on yıllık bekleyişin ardından gelen bir roman.

yazar, kişisel "zirve"sini aşamasa da bir solukta okuduğum, onu ilk kez okuyormuş gibi haz aldığım, bu romanı acaba kim dizi yapacak diye meraklandığım bir roman ortaya koymuş.

"kasaba uyuyordu," ilk cümlesiyle başlayan roman, "yazan"ı akla getiren bir yazarın, kaçsa da önünde sonunda yakalanacağı için bir park kanepesinde oturup, işlediği cinayetin intikamını almak için peşine düşenleri beklerken anlattığı hikayeden ve kader, sanat, eser, yazarlık, ölümden sonrası gibi konularda tanrıyla yaptığı tek taraflı diyalogtan oluşuyor.

uzun zamandır ilham perisiyle kavgalı yazarımız, yeni bir roman yazabilmek için sakin bir yer ararken, yol kenarında gördüğü "satılık deniz" tabelası üzerine anayoldan sapar. ve kendini orhan pamuk'un kar romanı hatırlatan siyasi atmosfer, kavga ve nüfuz çekişmesinin içinde bulur.

bu sahil kasabası kars gibi doğuda olmasa da tıpkı onun gibi taşradır. kasabanın sırtını yasladığı tepedeki kilise harabesinde olduğu varsayılan hazineyi bulan kişi tam anlamıyla "iktidar"ı ele geçirecektir. bunun için polisi yanına alan belediye başkanı mustafa ve jandarma komutanını yanına alan eşraftan raci bey arasında güç savaşı yaşanmaktadır. mafya üyesi tetikçilerin de katıldığı bu güç savaşı kasabayı er ya da uçurumun kenarına getirecektir.

bütün bunlar olup biterken, ister bir romanda karşılaşın ister hayatın içinde, nerede karşılaşırsanız karşılaşın kayıtsız kalamayacağınız zuhal, gücün gizli sahibi kamile hanım, hatta sümbül artık alıştığımız ahmet altan kadınları olarak fotoğrafta yerlerini alırlar. yine alışık olduğumuz bir ahmet altan karakteri; bu defa karşımıza beşik yapan tahta oymacı olarak çıkan, insana ruhuna huzur ve güven veren dindar adam ile manzara tamamlanır.

yazarın anahtar kelimeleri olan ölüm, tanrı, yazar, kader, şehvet, günah, aşk, yalnızlık vs. yanında internet, sms, internet kafe, sohbet odaları gibi kelimeler de yer alıyor romanda. ve bu yeni kelimeler görünür hayatlarımızın altında akan, bazan göle duran yeraltı ırmaklarınını anlatırken işini oldukça kolaylaştırmış.

altı çizili satırları da, "bakın, yalnızlığını yanından hiç ayırmayan, yalnız yaşamayı bir yaşam biçimine dönüştürmüş kahramanımız bile zuhal'e kayıtsız kalamıyor. ben nasıl kalayım," diyebilmek için seçmiş olabilirim. siz olsanız, "süzülen bir ışık gibi" yanınızdan geçen kadına kayıtsız kalabilir misiniz?

"sıcaklığını ve yumuşaklığını hissettiğiniz bir kadının vücuduna, o kadın yokken bile sarılıyormuş, o sıcaklığı her an, her yerde hissediyormuşsunuz gibi bir duygu. hiç eksilmeyen bir dokunma ve bütünleşme hissi.

bunu kaybetmek istemiyordum.

gene de kendi hayatımdan, yalnızlığımdan vazgeçmek çok kolay değildi, çok zamandır o yalnızlıkla ve çok memnun yaşıyordum ben, "her şeyin olabileceği" bir hayata alışmıştım, eski alışkanlıklarımı unutmak kolay olmayacaktı, zorlanacaktım.

bir insanı yalnızlığımdan daha fazla seveceğime, yalnızlığımın bana verdiği özgüveni bir insanın yanında da duyacağıma, yalnızlığın o özgür ferahlığını bana unutturacak bir hayata sahip olacağıma kendimi ikna etmek zaman alacaktı. bir kadını istiyordum, onunla olmak, zamanımı onun yanında geçirmek istiyordum ama yalnızlık da bir başka kadın gibiydi, aynı güçte sevdiğim bir başka kadın. ikilem dedikleri herhalde böyle bir şeydi. birlikte var olamayacak iki ayrı şeyi sevmek, iki ayrı şeyi istemek.

hep bahçede durup onun mutfakta yemek yapmasına bakacağım sahne canlanıyordu gözümde, bu hayal, her türlü gerçekten daha çekiciydi o sıralarda benim için. 

kendimi değişterecektim.

bunun ne kadar zor olacağını bilecek kadar tanıyordum kendimi."*


*:everest yayınları, nisan 2013




14 Haziran 2013 Cuma

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on bir

istiklâl savaşı gazisi, haydarpaşa garı gece bekçiliğinden emekli yüz yaşındaki ruhi mücerret ile nereden ve neden ortaya çıktığını daha sonra anlayacağımız civan kazanova'nın yengesi, ozan'ın annesi, yaslı dul nazlı hilal ilk defa karşılaşıyor.

'ilk an'ın etkisi geçip kendine geldiğinde, yüz yaşındaki delikanlının, "benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir. aslında her yaşta öyledir," dediğini duyacaksınız.

şaşırmayın.

*

"hastane, uzay gemisi gibi dekore edilmişti. kalın cam ve ince mermerlerden yapılmış, lahit benzeri lobideki koyu renkli aynaların arasında, küle bulanmış kardan adam sessizliğiyle oturuyordum. civan pediatri uzmanının odasına girince tek başına kalmıştım. muayenehaneden genç bir kadın çıktı.

kalbim yanlış alarm veren geri kalmış bir saat gibi ötmeye başladı. kadın güzelliği beni her zaman cezp etmiştir. bu işte yalnız olmadığımı düşünüyorum.

sömürgeleştirilmiş bir ülkenin siyasi haritasını anadıran ağlamaklı yüzü köşeli ve çizgilerle doluydu. cenaze yemeği için soğan doğrayan taze dul misali, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

bir kayanın altında yaşamıyorsanız, böylesi imtiyazlı bir zarafete ve süzme hüzne kayıtsız kalamazsınız.

güneş ona ışıklarını dik olarak gönderiyordu. yüksek ökçeli pabuçlarıyla, yansımalı fayans üzerinde yürürken, siyah elbisesinden kesilmiş gibi duran mendiliyle gözyaşlarını sildi. nafile. makyajını melekler yapmıştı besbelli. gözleri, deniz facialarına yol açabilecek mavilikteydi. ağzı, pırıl pırıl bir öpücük atölyesi. bu kadın, şişelenmiş yıldırıma benziyordu. kainat güzeli seçilmediyse adaylığını koymadığındandır. cazibe ve masumiyet onun bedeninde mükemmel bir kombinasyon oluşturuyordu.

"merhaba... ben nazlı hilal, ozan'ın annesiyim" diyerek elini uzattı. cennette siestaya dalmış, fevkalade bir rüya görüyordum sanki.

sesini duyunca nefesim büsbütün kesildi. kıpırdayamıyordum. astronot giysileriyle atletizm yarışına katılmış ya da don-atletle uzaya fırlatılmış gibi hissediyorum. kimliği belirlenemeyen hedefe ateş eden asker misali karışık duygular içindeydim. aşk'ın o ilk an'ında miladi kesinlik doğar; mazi ve istikbal birbirine kavuşur. yazık ki benim hayatım kaymıştı. türkçe'ye hakimiyetimi bir anda yitirdim. keş cazcının alkollü tükürüğüyle paslanmış trompetinki gibi bir sesle "dü-ce-ç-b-ak-ta-se-b-o" diye inledim. ["nya cennete çok benziyor, aksi takdirde sen burada olmazdın" demeye çalışıyordum.]

karşı cinsin kara listesinde adım en tepede yazılı. biliyorum. beni olduğum gibi kabul etmek zor. nitekim fırın eldivenine benzeyen elimi korku filmlerindeki hortlaklar gibi uzatınca bastonum düştü. nazlı hilal'le tokalaşırken, mezar taşıma ne yazdıracağımı buldum: "yaşamak ölülerin de hakkı."

yanıma oturdu. ifriti evliyaya çeviren nurdan kemendiyle beni sımsıkı bağlayıverdi sanki. yerden alıp bana verdiği baston, onun mucizevi dokunuşuyla yeşerip filizlendi. öylesine güzel ki, onunlayken asla kaybolmazsınız.  sonra... her ikimiz de şehir kütüphanesindeki balıklar kadar suskunlaştık. içimdeki derbeder, sakat ve baygın orkestra mozart'ın 40. senfonisi'nin molto allegro bölümünü çalmaya koyuldu."*


*: murat menteş, ruhi mücerret

13 Haziran 2013 Perşembe

kasiyer kız

aldığım bisküvi ve çikolatalara bakarak.

- bunların hepsini siz mi yiyeceksiniz?

- evet.

- sonra da aldığınız kalorileri harcamak için koşuyorsunuz.

- yanılıyorsunuz; ben bunları yiyebilmek için koşuyorum.

11 Haziran 2013 Salı

kral

bir...

krallığı başkalarının uydurması olmayıp kendiliğinden olmaydı.


iki...

krallık kendi dışımızda bir oluş hâli iken soytarılık hak edilmiş bir makamdır.
bilgedir. o deli yaşayan bir akıllıdır.
en iyi sahnedeyken anlaşılır bu. attığı taklalardan çok daha fazlasıdır.


üç...

hadi itiraf edelim; her kral içinde bir soytarı büyütür.


dört...

"kral orada sarayının yıkıntıları arasında yatıyor."*


beş...

"kral öldü, şehir düştü, eğlenin doya doya
o ufak çocuğuz hala, kendi krallığında hükmeden
sen büyüdüm sandın yalnızca
beyaz eşyalarınla yanyana yanyana"**



*: kitab-ı mukaddes
**:cenk taner, kral öldü şehir düştü

9 Haziran 2013 Pazar

bir masada iki kişi: on üç

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- kaç yıl oldu biz tanışalı? on beş yıl oldu mu?

- haziranın sonunda on üç yıl bitecek.

- aman allahım, ne kadar uzun bir süre.

- çok uzun bir süre...

- başka şehirler. hatta ülkeler...

- unutmam dediğin ama unuttuğun aşklar.

- hepsine şahit oldun. ailemi saymazsak, belki de değişmeden kalan bir tek sen varsın. hakkımda her şeyi biliyorsun ama ben senin hiçbir şeyini bilmiyorum. şu an sevgilin var mı, onu bile.

- bunun bir önemi yok. önemli olan benim sana verdiğim söz.

- "nerede, nasıl olduğumun bir önemi yok. ne zaman çağırırsan gelirim."

- gelirim.

- evlenirsen?

- sanırım gelirim.

- çocuğun olursa?

- ...

- anladım. gelmezsin.

- kim bilir? belki de bu yüzden evlenmiyorumdur.

- bazan çok şanslı olduğumu hissediyorum.

- ben her zaman.

*

siz de bunun sonsuza kadar süreceğini düşündünüz değil mi? oysa o "on üç yıl" tamamlanmadı. belki de, uğursuz, diyenler haklıdır.

7 Haziran 2013 Cuma

tehlikeli şiirler: dokuz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
a. cahit zarifoğlu'ndan 'ağartı' mesela...

"sevgililer yüzüne karşılık geldim
kaygı bağırdı gözevlerimde

günlerin yamanan yıldızlar
ve üzülen gökkuşaklarıyla
doluluğundan söz ediliyor
evlerde çocuklar arşınlanıyor
ve alkışlanıyor babalar
ki tütün başında
ekmek başında kabir başında

günler yenilenen bir isim
merdivenleri büyük ağzıyla çıkan meral
haftada üçer gün üçer hafta
ince uzun veya kahverengi
ve gelinlik sabah çatışmasında
yoğunlaşan yorgun artık ben
köprü ortasından yarılmış bu ara
organın ve güneşin salgınlığı
toprağa gelir gibi oldu an
başlar ikinci artık

beygirler uzağa kayıyorlar

bu arada gelinmeler
arkadaş yapıtlarına yar koyma
yöremdeki çimler

bu arada evimin içinde odaların birbirine düşman durduğu
ve hastalandıkları
çalışan yüreklere uzak
bekardan korkan ev sahiplerinin
kapılarda kızlık heykelleri
bu arada insanın yemeğe oturma çelişmesi

yemekten kalkma çelişmesi
erkek oluşunuza binaen
bu arada özel sıkıntılarımızın
kılıç kuşanmış hali
durmadan kanlanıp hatırladığımız
bunalan kadınlar
ben alda'yı bunalıyor görüyorum rüyamda
kırbaç gibi insanı saran etrafımızda
kelebek kanatları gözler
akılda kalan ağızlar
hatlar
seviyi yoran alkışlar
bir şehri paramparça edip
ortasından yarıp uykuları
evlerin sahanlıklarına
misafir odalarına
lavabonun altındaki dolaba
çocukların hücumluk yataklarına
iri erkeklerin şakaklarına
kadınların çırpınan dudaklarına
ve kızların sancaklarına sığınan
ve benim damarlarımda itişen uykulara

bir şehrin ortasından tren geçiyor
o şehirde büyük rüzgâr vardır
bir oyuncakçı vitrininin önünde
insanların durdukları ve duruşlarını
değiştirmedikleri trenle birlikte
şehrin ortasından oyuncak trenlerin
cezalandırmış şekilleri

kendisini buyruk
vitrine yapışık insanların kafalarındaki
içlerinden geçerken dönüp bakmadıkları
durdurup parçalamadıkları
önüne yüzer ellişer
yatıp apartman kadar
ağır tekerlerini üzerlerinden geçerken
öpüp ağızlarını ezdirmedikleri

noktanın sonuna kadar
bir sinir bir can yanmasıyla
bir parçamı
bir demir mengeneye
koyup sıkmak istiyorum mu nedir
dilimi

bir acı mı ne gerek
öyle uykum var ki
öyle istiyorum ki

o içinden marşandizler
şimşek gibi fırlayan
şehirde hemen
hat boyunda ilk tahta evde
derin yatakta
her an çığlıklarıyla
uyuyayım kıyametler
bir ejder geçsin
öyle tanıdığım
öyle canımın içinde

durup gelmeyince
morfin gibi arıyorum direnmeni
iğne üzerinde yüzün gelip
kuşatmıştı beni
ama düşündükçe korkmak
yüzünle geldiğini

ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim"


notgibi: bu vesileyle, yirmi altı yıl önce yedi haziran günü sonsuza yürüyen a. cahit zarifoğlu'nu rahmetle analım. inandığı tanrı şefkatini ondan esirgemesin.

6 Haziran 2013 Perşembe

batı cephesi

osman sınav'ın büyük bir fırsat kaçırdığını düşündüğüm uzun hikâye filmini izledikten sonra içimde büyüyen uzun hikâye'yi yeniden okumak arzusu, erken uyanılmış bir günün sabahında nihayet gerçeğe dönüştü.

ilk sayfaya bakılırsa, nisan iki bin'de gerçekleşen ilk okumaya o günlerde elimden düşmeyen bir yusuf masalı'nın tadı bulaşmış: "yalnız yaşayanların işidir/ yola çıkmak, yol katetmek." o zaman ne düşünüyordum bilmiyorum. ama bugün, oradaki "yalnız"ın "bir başına" değil, "sadece" manasında olduğunu biliyorum. "yaşamak" ise, hiçbir zaman "nefes alıp vermek" olmadı benim için.

kitabı yine sevdim. ölmeden önce yapılacaklar listesinde "günün birinde dergâh yayınlarına gidip mustafa kutlu'nun elini öpmek"i daha yukarıya taşıdım.

ve sonuna geldim. daha doğrusu, "nereye kadar gider bu ses, kime ulaşır?" diyen son cümlenin altındaki nota...

"kim bilir?
belki de bir gece yarısı
kalbimin üzerinde resmin
gökyüzünde dolunay
dalgaların dövdüğü bir kayanın üzerinde
kağıt gemilere mektuplar yazıyorum
yorgun martıların gölgesinde biteviye yüzsün diye."

kitabı kapattım. gözlerimi kapattım. anladım...

batı cephesinde "değişen" bir şey yok...

4 Haziran 2013 Salı

diken

"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar"*


*: turgut uyar, yokuş yol'a

3 Haziran 2013 Pazartesi

çay bahçesi

söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."

*

burayı tanıyorum. yakarilerde geçirdiğim yaz tatillerinde vakit geçirmeyi çok sevdiğimiz, bazan evin kalabalığında rahat edemeyince sohbet etmek için kaçtığımız çay bahçesi. yeni sahibinin dönüştürdüğü sıradan hali değil ama. eski hali. varlığını ilk öğrendiğim günlerdeki hali gibi.

akasya, ıhlamur ve çınar ağaçlarının altında tahta, plastik, metal masa ve sandalyeler. bizim şansımıza etrafında dört tane kırmızı plastik sandalye olan yuvarlak bir masa düşmüş. üzerine etekleri rüzgarla oynaşan, kırmızı-beyaz ekose desenli bir örtü serili masanın rengi ise bilinmezlik diyarında kalmış.

sanki birilerini arıyormuş, karşılaşmak istediğim birileri varmış gibi etrafa bakıyorum ve orada olmaması gereken bir sürü meyve ağacı görüyorum. yaprak ve çiçekler bir arada. ilkbaharın yaza tutunduğu günler olmalı. mayıs sonu ya da haziran başlangıcı. şimdi olduğumuzdan daha genç görünüyoruz ama yaz tatilinde değiliz demek ki.

sohbetleşmeye gelmişiz. bunu biraz da önümüzde açık duran ama taşları çok az hareket etmiş tavladan anlıyorum. taşlar donup kalmış, biz şevkle sohbet ediyoruz. yakari merak ve şaşkınlık dolu bir ifadeyle anlattıklarımı dinliyor. sağ dirseği masada. eli gökyüzüne doğru; parmakları arasındaki sigaranın kıvrıla kıvrıla yukarı yükselen dumanını yakalamak ister gibi.

yüzündeki şaşkınlık ve merak o kadar büyük ki, anlattıklarımı duyabilsem, sanki bir siyasi partiye kaydolduğumu ya da türkiye'nin ilk seri katili olduğumu veya birine evlenme teklif ettiğimi duyacağım. allah muhafaza aşk acısı bile çekiyor olabilirim. oysa o defteri "o kız"la beraber kapattığım konusunda hem fikiriz.

telefon çalıyor ve neden bilmem ama açmadan yerimden kalkıyorum. bir an kendimi, ikimizi de tanıyan ve bunlara şahit olan üçüncü bir kişi gibi hissediyorum ve yakari'nin yanında konuşmayışıma çok şaşırıyorum.

telefonu çay bahçesinin alçak beton duvarla belirlenmiş sınırına doğru yürürken açıyorum. duvarın ardı uçurum. oysa bahçe içinde bir kaç ev olmalıydı orada. ama çay bahçesinin muhteşem manzarası yerli yerinde. biraz uzağa bakınca, şehrin en kalabalık karayolu masmavi marmara denizini küçükçekmece gölü'nden ayırıyor. deniz sakin, marmara için bu mavilik nadirattan.

tam bu sırada, sanki yerimden hiç kalkmamış gibi başını sağ omuzunun üzerinden geriye çevirmiş halde bana bakan yakari'yi ve 'biraz uzağa' bakan kendimi görüyorum. konuşmuyor da dinliyor gibiyim. derken, derin bir nefes alıyorum; sanki bir ok saplanmış, bir kalp kırılmıştı. sanki bir söz için kuvvet topluyordum. belki bir veda cümlesi için.

telefonu kapattığımı, fırlatıp atmak yerine avucumda tuttuğumu gördüm. yüzümde güçlü görünmeye çalışan bir ifade vardı. ağır adımlarla masaya döndüm.

yakari bana baktı ve galiba, "biteceğini en başında biliyordun. tıpkı her zaman bir bahar daha olduğunu bildiğin gibi..." dedi.

1 Haziran 2013 Cumartesi

cumartesi*

sadece cumartesi günleri dinlenecek şarkılar vardır.

bir "saat on iki"den diğer "saat on iki"ye dilediğiniz kadar dinler, gelecek cumartesiye kadar sandığa kaldırırsınız.

*feridun düzağaç, cumartesi