19 Haziran 2013 Çarşamba

altı çizili satırlar: son oyun

ne zaman edebi beğenilerimden bahsedecek olsam üç tanesini savunmak ya da açıklamak zorunluluğu hissederim:

"on sekiz yaşında okuduğum ruh adam, yazarı bir ırkçı olmasına rağmen anlattığı aşk hikayesi, kahramanının yalnızlığı ve savunduğu fikre kendisini adamışlığı, mitolojiden felsefeye, tarihten edebiyata anlattıklarıyla,"bir romandan daha ne isteyebilirim ki," diyecek kadar başımı döndürmüştü."

"yazarına ve adına aldırmayın, dişi kurdun rüyaları'nın türk mitolojisindeki ergenekon destanı ile bir alakası yok. cengiz aytmatov, bir yandan papaz okulu öğrencisi abdias'ın ağzından din eleştirisine soyunurken, teknolojinin bir eliyle verirken diğeriyle aldıkları, doğal yaşam ve modernleşmenin yarattığı çevre tahribatı üzerine muhteşem bir kitap yazmış."

*

"bana kalırsa edebiyatçı ve gazeteci olmak üzere en az iki tane ahmet altan var. gazeteci olanı kaba ve öfkeli bulurum. o, nefretini saklama ihtiyacı duymayan, centilmenlikten uzak, iniş çıkışlarını dürüstlük diye savunan saygısız bir adamdır.

edebiyatçı olanın ise bunlarla en ufak bir ilgisi yok. kendisi hâlâ büyümeye çalışan hüzünlü bir çocuktur. hem kalbi hem kanadı kırık, ne kadar sevilse de sevilmeye aç, şafkate muhtaç bir adam. duygulu, kalpli, şövalye ruhlu bir centilmen. kadın ruhundan anladığı ve kadınları iyi anlattığı doğruysa da, kadınları çok iyi tanıdığı herkesin düştüğü ortak bir hata. kendisi bundan şikayetçi görünmüyor ama, kadınlara dair bilinebilecek tek şeyi iyi bildiğini düşünüyorum; her kadın biricik ve tektir, genellemelerle kadınları tanımak mümkün değildir.

*

ahmet altan'ın yazarlık macerası dört mevsim sonbahar'la başlamış olsa da benim onunla tanışmam, tatilde halk kütüphanesine takılacağım, diye kendime söz verdiğim sömestr tatiline denk gelir.

o tatilde hem iki yıl önce roman okumamaya ettiğim tövbeyi kara kitap'la bozacak, hem de arşivden çıkarttığım nokta dergilerini karıştırırken ahmet altan'ın yazarlığını keşfedecektim. kendisine "yardımsever kadın okurlar kazandıran" bu yazıları, yazdığı yazıları sevgilisine okuyamadığını farkedince, yazdıktan sonra heyecanla sevgilisine göstereceği yazılar yazmak arzusuyla kaleme aldığını ise çok sonra öğrenecektim.

bu yazılar geceyarısı şarkıları'na dönüşünceye kadar dört mevsim sonbahar, sudaki iz ve yalnızlığın özel tarihi'ni okumuştum bile. o gün bugündür ne bu üç romanın çok satar olmasını anlayabildim, ne de sudaki iz'i okuyan eleştirmen fethi naci'nin duyduğu "tiksinti"yi...

bu yüzden benim için ahmet altan her manada geceyarısı şarkıları'yla başlar ve oradan devam eder. karanlıkta sabah kuşları ve kristal denizaltı, geceyarısı şarkıları'nı bir çeşit 'üçleme'ye taşır. ve bu 'üçleme' ahmet altan yazarlığının zirvesini oluşturur. daha doğrusu, zirveyi "tanrının eli dokundu" dediği, kılıç yarası gibi ve isyan günlerinde aşk'ın oluşturduğu 'ikileme'yle paylaşır.

tehlikeli masallar değilse de aldatmak çok satsın diye yazılmış romandı. sipariş üzerine yazıldığını düşündüğüm en uzun gece'yi ise 'edebiyatçı' ahmet altan'ın 'eserler'i arasında görmüyorum. dilerse 'gazeteci' olan sahiplenebilir. adı aragon'dan emanet alınma ve kırar göğsüne bastırırken de onun olsun.

*

son oyun ise, neredeyse on yıllık bekleyişin ardından gelen bir roman.

yazar, kişisel "zirve"sini aşamasa da bir solukta okuduğum, onu ilk kez okuyormuş gibi haz aldığım, bu romanı acaba kim dizi yapacak diye meraklandığım bir roman ortaya koymuş.

"kasaba uyuyordu," ilk cümlesiyle başlayan roman, "yazan"ı akla getiren bir yazarın, kaçsa da önünde sonunda yakalanacağı için bir park kanepesinde oturup, işlediği cinayetin intikamını almak için peşine düşenleri beklerken anlattığı hikayeden ve kader, sanat, eser, yazarlık, ölümden sonrası gibi konularda tanrıyla yaptığı tek taraflı diyalogtan oluşuyor.

uzun zamandır ilham perisiyle kavgalı yazarımız, yeni bir roman yazabilmek için sakin bir yer ararken, yol kenarında gördüğü "satılık deniz" tabelası üzerine anayoldan sapar. ve kendini orhan pamuk'un kar romanı hatırlatan siyasi atmosfer, kavga ve nüfuz çekişmesinin içinde bulur.

bu sahil kasabası kars gibi doğuda olmasa da tıpkı onun gibi taşradır. kasabanın sırtını yasladığı tepedeki kilise harabesinde olduğu varsayılan hazineyi bulan kişi tam anlamıyla "iktidar"ı ele geçirecektir. bunun için polisi yanına alan belediye başkanı mustafa ve jandarma komutanını yanına alan eşraftan raci bey arasında güç savaşı yaşanmaktadır. mafya üyesi tetikçilerin de katıldığı bu güç savaşı kasabayı er ya da uçurumun kenarına getirecektir.

bütün bunlar olup biterken, ister bir romanda karşılaşın ister hayatın içinde, nerede karşılaşırsanız karşılaşın kayıtsız kalamayacağınız zuhal, gücün gizli sahibi kamile hanım, hatta sümbül artık alıştığımız ahmet altan kadınları olarak fotoğrafta yerlerini alırlar. yine alışık olduğumuz bir ahmet altan karakteri; bu defa karşımıza beşik yapan tahta oymacı olarak çıkan, insana ruhuna huzur ve güven veren dindar adam ile manzara tamamlanır.

yazarın anahtar kelimeleri olan ölüm, tanrı, yazar, kader, şehvet, günah, aşk, yalnızlık vs. yanında internet, sms, internet kafe, sohbet odaları gibi kelimeler de yer alıyor romanda. ve bu yeni kelimeler görünür hayatlarımızın altında akan, bazan göle duran yeraltı ırmaklarınını anlatırken işini oldukça kolaylaştırmış.

altı çizili satırları da, "bakın, yalnızlığını yanından hiç ayırmayan, yalnız yaşamayı bir yaşam biçimine dönüştürmüş kahramanımız bile zuhal'e kayıtsız kalamıyor. ben nasıl kalayım," diyebilmek için seçmiş olabilirim. siz olsanız, "süzülen bir ışık gibi" yanınızdan geçen kadına kayıtsız kalabilir misiniz?

"sıcaklığını ve yumuşaklığını hissettiğiniz bir kadının vücuduna, o kadın yokken bile sarılıyormuş, o sıcaklığı her an, her yerde hissediyormuşsunuz gibi bir duygu. hiç eksilmeyen bir dokunma ve bütünleşme hissi.

bunu kaybetmek istemiyordum.

gene de kendi hayatımdan, yalnızlığımdan vazgeçmek çok kolay değildi, çok zamandır o yalnızlıkla ve çok memnun yaşıyordum ben, "her şeyin olabileceği" bir hayata alışmıştım, eski alışkanlıklarımı unutmak kolay olmayacaktı, zorlanacaktım.

bir insanı yalnızlığımdan daha fazla seveceğime, yalnızlığımın bana verdiği özgüveni bir insanın yanında da duyacağıma, yalnızlığın o özgür ferahlığını bana unutturacak bir hayata sahip olacağıma kendimi ikna etmek zaman alacaktı. bir kadını istiyordum, onunla olmak, zamanımı onun yanında geçirmek istiyordum ama yalnızlık da bir başka kadın gibiydi, aynı güçte sevdiğim bir başka kadın. ikilem dedikleri herhalde böyle bir şeydi. birlikte var olamayacak iki ayrı şeyi sevmek, iki ayrı şeyi istemek.

hep bahçede durup onun mutfakta yemek yapmasına bakacağım sahne canlanıyordu gözümde, bu hayal, her türlü gerçekten daha çekiciydi o sıralarda benim için. 

kendimi değişterecektim.

bunun ne kadar zor olacağını bilecek kadar tanıyordum kendimi."*


*:everest yayınları, nisan 2013




Hiç yorum yok: