29 Ocak 2014 Çarşamba

modern resim aşkı

tanıştırayım: mireille, colette, anne...*

iki bin sekiz ilkbaharı. belki ilkbahar ama gökyüzünde kış güneşi.

gençliğin esrik tabiatına tutunmak gayesiyle kendimizi çokça yola vurduğumuz günler. yollardayız ama yolun değil, yolcunun eğer o yoldan giderse varacağını henüz farketmiş değiliz.

kendileriyle dünya gözüyle kandinsky görelim diye gittiğimiz kunsthaus zurich'in modern zamanlara ayrılmış bir salonunda karşılaştık. birbirinden cazip olsalar da ben o gün bu gündür colette'e meftunum.


*: franz gertsch

26 Ocak 2014 Pazar

yazı olsun diye

yok, hayır. ne olursa olsun, bana "uzun zamandır buraya yazmıyordum," ya da benzeri bir hâl beyanıyla başlayan bir yazı yazdıramayacaksın blogger...

eğer bunu yaparsam, haydarpaşa garı'nın iskeleye açılan büyük kapısından çıkmış, denize inen merdivenlerinde gar ve şehir arasında soluklanırken bir an arkasına dönüp garın saatine bakan -ki bunu yapmakla bir anlamda kendi zamanıyla şehrin zamanını eşitliyordur- ve peşi sıra karşındaki avrupalı istanbul'a bakarak, "istanbul, sen mi büyüksün ben mi? yenicem seni istanbul!" diye ünleyen siyah-beyaz türk filmi adamlarının meydan okuması gibi değil, sadece yazı olsun diye yaparım...

üstelik yazıdaki orhan veli'nin iş olsun diye adlı şiirine yapılan göndermeyi de inkar etmem.

24 Ocak 2014 Cuma

pes101: pessoa'ya giriş

ya da fernando pessoa'nın son üç günü*...

*

"gözlerini bir tarafa açarken diğer taraflara sıkıca kapayanlar"dan olmakla suçlanmayı göze alarak, son dönemin en büyük edebi modası fernando pessoa'dır, diyeceğim.

bunda internetin ve bloglar mahallesinin etkisi var mıdır bilinemez ama kendisi yaklaşık sekiz yıldır hem çok hem uzun satandır. pessoa'nın hoyrat ellerde değil okumayı bilenler arasında "moda" oluşu ise, onu milan kundera gibi "bir zamanlar ülkemizde moda olan" ama daha sonra bir kaç tutkunu dışında hatırlanmayan bir yazar olmaktan kurtarıyor.

daha en başında ismiyle "huzursuz" entelektüel bilincini avlayan huzursuzluğun kitabı ile başlayan bu ilginin, iki bin dört yılı sonundaki, daha sonra kitaba da dönüşen, fernando pessoa ve şürekası sergisiyle değil de huzursuzluğun kitabı'yla başlamış olmasını ancak bu "huzursuz"lukla açıklayabiliyorum.

*

o halde başlığın işaret ettiği yere doğru yürüyelim; huzursuzluğun kitabı pessoa okumaya başlamak için "en iyi ilk seçenek" değildir. çünkü bu şiirsel metin, her şeyden ve herkesten bağımsız olarak paha biçilemezdir. zaten pessoa'yla bir ilgisi de yoktur; fernando pessoa'nın "pessoa" adındaki bir lokantada tanıştığı ve ona edebi tasarılarını ve düşlerini anlatan bernardo soares adlı bir şahıs(!) tarafından yazılmıştır.

biraz bu yüzden, biraz da karakter uydurmakla yetinmeyip, yazarlar ve şairler uydurarak onların kalemiyle de kitaplar, şiirler yazan pessoa'nın saklı ruhunu keşfetmek için bambaşka bir yerden, pessoa'yı ruhdaşı sayan ve "çoğul ruh" kavramı yazarlığında büyük yer tutan antonio tabucchi'nin fernando pessoa'nın son üç günü adlı uzun öyküsünden başlamak gerekir.

dört-beş dergi sayfasını ancak doldurabilecek bu anlatıya "uzun öykü" demek ne kadar doğru bilmiyorum ama, anlatıyı ilk olarak eksik diyaloglar başlığı altında topladığı iki oyununda bir sahne olarak tasarlayan tabucchi'nin sırf pessoa'nın şiirlerini, metinlerini okuyabilmek için portekizce öğrenip bir süre pessoa'nın şehrinde, lizbon'da yaşadığını ve orada öldüğünü biliyorum.

*

alçak gönüllü bir özetle, bu öyküde pessoa'nın 'kişilik'leri alvaro de campos, alberto caeiro, ricardo reis, bernardo soares ve antonio mora sırayla hastanedeki odasına girer ve deyim yerindeyse vakti yakın bir ölümden önce hasta yatağındaki pessoa'yla helalleşirler.

belki sanat eseri ve hayatın birbirine karıştığı sularda kulaç atmayı sevenler tartışmasız beğenecek ama anlatının usta işi, sanatsal haz yüklü olduğunu iddia etmiyorum. istisnalar olmakla beraber, bir "akademisyen" ne kadar edebiyat yapabilirse hepsi o kadar.

yine de pessoa hakkındaki bir çok bilgiyi ansiklopedik labirentlerde kaybolmadan bu kısa ama yoğun anlatıdan alabiliyorsunuz. işte bu yüzden "pes101"...

neleri mi?

on beş yıl boyunca traş olduğu berber manacé, dostları francisco gouveia ve armando teixeira rebelo, tercümanlık yaptığı ithalat-ihracat şirketinin patronu moitinho de almedia, astrela parkı'ndaki sıralardan birine oturup ürkek ürkek öpüştüğü ve birbirlerini sonsuza kadar seveceklerine dair söz verdikleri tek aşkı ophélia queiroz, bir zamanlar kiracı olduğu ve bernardo soares'e dönüştüğü çalcada do combro mahallesindeki ev, dünya ikinci kez savaş için gün sayarken portekiz'de giderek yükselen milliyetçiliğe işaret olan ve trafiği tıkayan bandolu mızıkalı gösteri, imzasıyla sadece bir defa şiir yazdığı coelho pacheo, tımarhanede ölen büyük annesi dionisia ve uyarısı: "yaşam bir deliliktir ve sen de deliliğin nasıl yaşanacağını öğreneceksin", hastalığının belirtileri ve teşhisi: muhtemelen aşırı alkolün tetiklediği hepatit krizi, bernardo soares olduğunda uyuyamadığı zamanlar almaya alıştığı lavdanom...

alvaro de campos: ki ophélia ile arasına girmişti, "tüm aşk mektuplarının gülünç olduğunu düşünüyorum," diyerek. bu son ziyarette fısıldayacaktır ama: belki de aşk mektuplarının hepsi gülünç değildir.

kürk yakalı kadife ceketiyle alberto caeiro... "eserlerim gecenin içine doğdu ve hepsi de gece eseridir;" diyen ve ona bir anlamda babalık ederek iç alemine hayat veren "kişilik". ama bu son görüşmede pessoa, "bir kılavuza ve pıhtılaştırıcı maddeye gereksinim duyuyordum. yoksa yaşamım bin parçaya bölünecekti. sayenizde bir bütünlük buldum. aslında bir baba ve üstad olarak sizi ben seçtim," itirafında bulunacaktır.

kralcı fikirleri yüzünden cumhuriyet ilan edildiğinde brezilya'ya sürgüne giden, bütün şiirlerinde neera ve lydia için çiçekten taçlar yapan ricardo reis de helalleşmek için gelenlerdendir. odaya girer ve "düşsel brezilya'mdan döndüm," der.

peşi sıra odaya bernardo soares girer. ona çok sevdiği oporto usulü işkembe çorbası caldo verde getirmiştir, sıcaktır, soğuk çorbayı sevmediğini bir şiirinde "soğuk bir aşk gibi" dizesiyle söylediğini hatırlamıştır. ve çorba bahanesiyle, tanıştıkları "pessoa" adlı lokanta konusunda ona takılır: iddiaya girerim sizin adınızı taşıdığı için o lokantayı seçmişsinizdir, aslında sizin gibi insanların uğramadığı gösterişsiz bir lokantaydı.

ve son sözü söylemek, bir manada pessoa'yı ölüme hazırlamak için son olarak panteist filozof antonio mora gelir. yaşam denen imgeler tiyatrosunu terk etme vakti gelmiştir. ruhunun gözlükleriyle gördüklerini tanrıların dönüşü'nde anlatmıştır zaten. bir tanrı ona yetmez. en ikna edici sesiyle fısıldar pessoa'ya: ey yüce pessoa, doğanın istediği sayısız biçimde, belki jo adında bir köpek, bir tutam ot ya da lizbon meydanı'nda şaşkın şaşkın bakan genç bir ingiliz kızının ayak bilekleri olacağız.


*: can yayınları-mayıs iki bin beş, çeviren: münir h. göle

17 Ocak 2014 Cuma

dakika ve skor

"tam bir yalnızlık içinde geçen iki üç günden sonra, bir sabah benden daha sonra oraya gelmiş bir adam beni yolda durdurdu.

"west egg köyüne nasıl gidilir?" diye sordu sessizce.

yolu tarif ettim. yeniden yürümeye başladığımda yalnızlığım sona ermişti. bir kılavuz, bir yol gösterici, oranın yerlisiydim artık. adam farkına varmadan beni mahalleli yapmıştı.

o zaman gün ışığı ve hızlandırılmış filmlerdeki gibi olağanüstü hızla yeşeren ağaçlar sayesinde bir kez daha ikna oldum ki hayat yazla yeniden başlıyordu."*


*: f. scott fitzgerald, muhteşem gatsby 

16 Ocak 2014 Perşembe

tehlikeli şiirler: on iki

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ismet özel'den münacaat mesela...

"bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi.

hata yapmak
fırsatını adem'e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda
gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım ademoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.

çeşme var, kurnası murdar
yazgım kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi.

gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
gözyaşı,çiğ tanesi, gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.
vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim.

gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
onunla ben
hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.

oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar
ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
gönendi dünya bundan istifade
dünya bayındırladı:
bir yakış, bir yanış tasarımı beride
öte yakada bir benî adem
her gün küsülü kaldık.

bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.

şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"

14 Ocak 2014 Salı

üç adımda kaybediş

her tercih bir kaybediştir. klişedir, herkesçe söylenir.

birini tercih eder diğer(ler)ini kaybedersin. bilinir, mantıksal önerme.

eğer tercih etmezsen hepsini kaybedersin. kaderdir, hep öyle olur.

11 Ocak 2014 Cumartesi

dedikodu

çağrışımın hızını bilirsiniz. yine öyle oldu.

bugün ot dergisinin aralık sayısında okunmadan kalmış yazılara göz atıyordum. angutyus imzasıyla yazılmış, ankara'da bir pavyon gecesini anlatan 06 angara geceleri başlıklı anlatıyı okuyordum ki hafızamın derinlerinden bir anektod çıkıp geldi. sadece, hatırladığım şeyden emin olmak için kitaplığın raflarını biraz yormam gerekti.

bakma arzusu duyduğum metin, iki bin on üç yılının süprizlerinden, levent cantek kumandasındaki on dokuz çizer tarafından okura sunulan dumankara'nın, levent cantek imzalı, bir anlamda önsöz görevi gören "gün biter, hikâye bitmez" başlıklı yazıydı.

ve çok geçmeden de aradığımı buldum:

 "yirmi iki yıl önce bir çizgi roman fanzini çıkarmıştım, sayfaları karıştıran şöhretli bir yazar ankara'dan canlı ve muhalif bir şeyin çıkabilmesine çok şaşırdığını söylemişti. asıl ben şaşırmıştım, içimden geldiği gibi bir şey yapmışken istanbullu birisi bana ankaralı olduğumu hatırlatmıştı. kızmıştım, hâlâ da hatırladıkça yüzüme muzip bir tebessüm yerleşir. aynı yazar, yakın zamanlarda çıkartmayı düşündüğü dergisinde bir ankaralı yazar olmasını istiyor, ısrarla arıyormuş, duydum. bulursa ilk yapacağı da ankara pavyonları hakkında yazı sipariş etmekmiş. emperyal valinin otantik ilgisine benzemiyor mu, siz söyleyin, kibirli, tahakküm edici ve belirleyici değil mi? sıradan insanlar ancak öldürdüklerinde, çıldırdıklarında, ahlak ve nizam dışına çıktıklarında haber olurlar. "ne var ankara'da? sen bana oradaki sakaleti anlat mı" demek istiyor? bence öyle demek istiyor. ankara'da biz buna "yel padişahın, kaval padişahın, üfür padişahım" deriz."

*

siz de bir düşünün. o "şöhretli yazar" metin üstündağ, "yakın zamanlarda çıkartmayı düşündüğü dergisi" de ot dergisi olabilir mi? 

başlığı "dedikodu" olarak seçmekle niyetimizdeki masum olmayan yanı en başında ifşa etmişken, levent cantek'in bu yazıyı iki bin on üç şubatında kaleme aldığını, ot dergisinin de nisandan itibaren çıkmaya başladığını not düşelim, tam olsun.

10 Ocak 2014 Cuma

günün sorusu: dönüşüm

eğlenmek mümkünlüğünü yitirdiğinde aşk -ya da evlilik- neye dönüşür; işe, her saat daha da zorlaşan bir işe, ağırlığı gün boyu kabus gibi üzerimize çöken gece vardiyasına?

8 Ocak 2014 Çarşamba

erkek gömleği

arkadaşlarla oturmuş, en kötü kadın ve erkek kıyafeti üzerine konuşuyoruz. kadınlarda kışın giydikleri kalın külotlu çoraplar ile omuzları vatkalı gömlekler finale kalırken, erkeklerde en kötüsünün kısa kollu gömlek olduğu konusunda mutabakat sağladık; ne tişört ne gömlek, ikisi arasında cibilliyetsiz bir şey...

nasıl oldu bilmiyorum, konu erkeklerin kadınları erkek gömleğiyle görme arzusuna geldi. hani neredeyse bütün romantik komedilerin olmazsa olmaz sahnesidir; sevişme sonrası ev içindeki dolanmalar üstte erkek gömleği ile yapılır. ya da erken kalkan hatun kahvaltıyı üstünde erkeğinin gömleğiyle hazırlar, eğer kahvaltı yerine başka bir şey yapmak istemezlerse de -salaklar!- kahvaltıyı aynı kostümle tamamlar.

ve öğretmen bir arkadaşımız "o zamanlar gençtim," diye anlatmaya başladı. peşi sıra da ekledi: hâlâ gencim, en azından buradaki herkesten.

özel ders verdiğim bir kız vardı. zengin mahallesinden. koskocaman evleri oldukça müsait olduğu için dersi evlerinde yapardık. eğer özel ders vermiş ya da almışsanız bir kaç dersin ardından öğretmenle öğrencinin arkadaş gibi olduğunu bilirsiniz. bir çok şeyi konuşur, paylaşır hale dönüşürsünüz. mola verdiğimiz anlardan birinde buna benzer bir muhabbet olmuştu. fikrimi sorunca da, "bu genelde erkeklerin hoşuna giden bir şey galiba," kaçamak cevabıyla muhabbeti kapatmıştım. bir sonra ki ders için gittiğimde kapı biraz geç açıldı. kapı açıldığında üzerinde yalnızca bir erkek gömleği vardı. o gün içeri girmedim. sonra da bir bahane bularak dersleri iptal ettim.

öylesi anlarda şeytanın avukatlığına soyunan biri mutlaka çıkar. yine oyle oldu. "çocuk da olsa reddedilmiş bir kadın ruhundan korkmadın mı?" diye sordum. "aklıma gelmedi değil," diye yanıtladı. "ama bunu dert etmeye mesai ayıramazdım. ve ben masumdum. kim ne derse desin, masumiyet elimizdeki en büyük güç."

4 Ocak 2014 Cumartesi

gemi

rivayet odur ki, iki bin on üç yılının sonuna doğru vnf. namlı yazıcı tarafından kaleme alınan, bir iç-sesle bir başka iç-ses arasında vuku bulmuş ve aynı yazıcının "versus"la fotoğrafını çektiği konuşmada, çokları tarafından "suskunluk" olarak okunan "üç nokta" esnasında iç-seslerden birincisi içinden, "kendi güvertesine yüklediği kendini/ kendi kıyılarından hızla uzaklaştıran gemi" diyen bir şarkıyı teganni etmektedir.

ne söz yazarı ne de bestekârı bilinen bu şarkının, eğer inanırsak, on yedinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilen ve ömrünü leyla ile mecnun hikâyesini resmetmeye vakfetmiş meçhul bir nakkaşın mecnun'u bir pars ile sarmaş dolaş çizdiği sayfanın derkenarına yazılmış ve ancak sayfa ışığa tutulduğunda okunabilen notta c.ü. hasannebioğlu'na ait olduğu söylenir.

"c" ve "ü" hakkında bir çok tahmin bulunsa da, bunların, tahminlerin kaderi gereği tahminden öteye geçemediğini sanırım siz de tahmin edersiniz.