29 Ekim 2014 Çarşamba

dakika ve skor

"galiba yaşlı rahibe öldü. sırtım kalorifere dayalı, mutfakta durmuş, yaşadığı yerde, karşı evde, odasındaki hüzünlü ışığın mutfak masamın üzerinde, duvarda asılı büyük aynada yanmasını bekliyordum. avlunun diğer tarafındaki evden gelen ışığı, yıllardır benim batan güneşimdi. aydınlık penceresini mutfaktaki aynada görür, evdeki lambaları ancak ondan sonra yakardım. şimdiyse karanlıkta duruyordum ve elimde bir bisküvü vardı ama yemiyor, çok ses çıkarmaktan korkuyordum. ya öldüyse..."*


*: "emine" sevgi özdamar, aynadaki avlu

28 Ekim 2014 Salı

gitmek

"çekip gitmek, alışkanlıklara karşı kendi sürecini yaratmaktır."*


*: paul morand

25 Ekim 2014 Cumartesi

kehanet

her türden anlatının hatta kutsal kitapların bile uğrak noktalarından biridir kehanet bahsi. oedipus'un başına gelenler, musa peygamberin yaşadıkları, kız kulesi'nin hikayesi vs.

kahinlere ve söylediklerine yani kehanetlere inanmayı anlarım. ama anlamadığım bir şey var: nasıl oluyor da bu kadar güçlü biçimde bir kehanete inanabilen kişiler, oğlunu uzak bir köye terkederse, o gün doğan bütün çocukları öldürürse, denizin ortasına bir kule inşa ederse kehanetin işaret ettiği son-uçtan kurtulabileceğine inanabiliyor?

21 Ekim 2014 Salı

namık kemal mahallesi - proje yarışması

yahya kemal'in yerinde ben olsaydım o lafı demezdim; ankara'nın en güzel şeyi namık kemal mahallesi çünkü.

ankara'nın göbeğinde, kızılay'dadır. güvenpark'tan bir kaç adım öteye kumrular caddesi boyunca yürür ve sola, kumrular caddesi'ni dik kesen sokaklardan birine dönersiniz.

artık orası kızılay değildir. ankara değildir. çirkin, anlamsız yollar, arabalar, şekilsiz kamu binaları kaybolur. kalabalık ve boğucu bir şehrin ortasındayken birden bambaşka bir iklim ve boyuta geçersiniz. sadece birkaç adımla birdenbire bambaşka bir diyara varmaktır o sokaklarda yürümek. başkentin bütün sesleri kaybolur. etrafınızı huzur ve sessizlik kuşatır.

asırlıkmış hissi uyandıran çınarlar altında, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz sokaklardır bunlar. bahçe duvarlarından birine oturup, sokakla arasına bahçe koymuş, yaşanmışlık dolu evlere bakar, elinizde olmadan eski zaman hayalleri kurarsınız.

ya da bahçe duvarlarından birine sırtınızı yaslarsınız bazan. yanağınızda hiç geçmeyecek bir yangın başlar, kulağınızda sonsuza emanet bir fısıltı yankılanır. öğle tatiline çıkmış memurlar kıskançlık dolu bakışlarla önünüzden geçer. biraz da ayıplar.

ama kimin umurunda...

*

türkiye cumhuriyeti'nin ilk "toplu konut" projesi olan namık kemal mahallesi'nin temelleri bin dokuz yüz kırk dörtte atılır. projesi bin dokuz yüz kırk beş yılında alman mimar paul bonatz tarafından yapılan bu lojmanların yapımı ise bir yılda tamamlanır.

iki, üç, dört katlı evlerden oluşan konutlar, ön ve arka bahçeleri, yüksek tavan ve balkonuyla o günün şartlarına göre modern ve lüks olarak tasarlanmıştı.

eski ile yeni uyumla bir araya gelmiştir. eski ahşap evler beton giyinmiş gibidir. bir yanıyla geçmişe tutunmuş hissi verirken diğer yanı günümüzdedir. paul bonatz geleceği tasarlarken geçmişi unutmamıştır sanki.

asker ve üst düzey bürokratlar için kurulduğundan "devlet mahallesi" denilen ve dönemin başbakanı şükrü saraçoğlu yüzünden "saraçoğlu mahallesi" olarak da bilinen bölge, ankara'nın değişen yapısı nedeniyle bugün genelkurmay başkanlığı, başbakanlık ve bakanlıklara yürüyüş mesafesinde yer almaktadır.

*

çevre ve şehircilik bakanlığı bir süre önce lojman statüsü kaldırılan namık kemal mahallesi'nin yeni kullanım biçiminin belirlenebilmesi için çalışma başlattı. mahalle için yeni bir proje bulunması ve bu proje üzerinden mahallenin tekrar planlanması için maliye bakanlığı ile protokol imzalandı. belki de mahalle, otel, öğrenci yurdu ya da üniversite kampüsüne dönüşecek.

belirlenen projeyi maliye bakanlığı hayata geçirecek. kiralama ya da yap-işlet-devret modeli ihtimal dahilinde.

proje yarışması ise, tmmob ve ankara ticaret odası iş birliğiyle düzenlenecek. sonuçlar gelecek yıl ocak ayında açıklanacak ve uygulanacak proje kamuoyuna açıklanacak.

*

yanılıyor olmayı çok isterim ama galiba yeni bir avm bekliyor bizi. çünkü bu bahiste türkiye cumhuriyetinin en muhafazakar iktidarının sicili pek temiz sayılmaz. yine de, ben yarışmaya katılıyor olsaydım projem mahallenin aynı kalması olurdu.

eğer mahalle yıkılacaksa arda kalan tuğla, kiremit, duvar parçası vs. tıpkı berlin duvarı gibi hatıraya dönüştürülsün. bu olursa, "sarı-lacivert"e boyanmış bahçe demirlerine talip olduğumu şimdiden söylemek isterim.


notgibi: bir de buradan bakın.

18 Ekim 2014 Cumartesi

dakika ve skor

"kasabada bulunuşumun altıncı ayıydı galiba. bir cinayet işlenmişti. katiller cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşler ve ortadan kaybolmuşlardı. fakat iki gün içerisinde yakalanmışlar ve suçlarını itiraf etmişlerdi.

biz o gün akşam saatlerinde, üç araba dolusu insan, komiser, savcı, diğer görevliler ve yanımızda katillerle cesedi bulmak için başlayan ve sabaha kadar süren tuhaf bir yolculuk yaptık. beni çok etkileyen ve uzun yıllar zihnimden çıkmayan bir yolculuktu bu. o yolculuğun belleğimde bıraktığı izleri de takip ederek, kasaba hayatıyla ilgili şunları yazmıştım:

kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. her tepenin ardında 'yeni ve farklı bir şey' çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan ve uzayan tekdüze yollar.

bu satırlar, yirmi beş yıl sonra bir zamanlar anadolu'da filmini çekmek için gittiğimiz aynı mekânlarda, bizim yol haritamız olacaktı."*


*: ercan kesal, evvel zaman

16 Ekim 2014 Perşembe

dönüşüm ya da değişim

arkadaşım. uzatmalı bir ilişkisi var. daha doğrusu vardı.

gidişatı değiştirmek için o bir şey yapmayınca kız yapmış. bir akşam aramış, buluşalım, demiş. konuşalım. her zaman gittikleri, bu ara çok moda olan bir mekanda buluşmuşlar. ve bu buluşmadan ayrılık çıkmış.

kız gitmiş. bizimki masada öylece kalmış. diyor ki, kız gitti, yüzünde hiçbir şey olmamış gibi bir ifade. oldukça rahat. ben oturmuş ağlıyorum.

ne de olsa kızı seviyor. hâlâ seviyor. hem de fena seviyor.

bir süre sonra o da kalkmış. mekandan çıkarken saate bakıyor, neredeyse sabah olmak üzere. cebindeki anahtarın varlığını bile isteye unutmuş, unutmasa bile ilk çöp tenekesine atarmış. taksiye de binmemiş. mutsuz bir adam olarak ağır adımlarla en yakın otobüs durağına yürümüş.

oturacak bir yer bulmuş. sırtını durağın camdan duvarına yaslamış, ayaklarını uzatmış, ellerini cebine sokup yakasını kaldırdığı ceketinin içine gömülmüş.

anlatmaya başladı: "salya sümük ağlıyorum oturduğum yerde. sanki göz yaşlarının sebep olduğu perde aralanmış gibi durakta bekleyen, otobüslere binen, yürüyen ya da vasıtalarla işlerine giden insanları gördüm. ne kadar güzeldiler. bu insanlar uyumuş, uyanmış, belki sevişmişlerdi. normal olarak şimdi de işe gidiyorlardı. ya ben? bir durakta oturmuş salya sümük ağlıyordum. ve herkes işe giderken ben ev gidecektim. kendimi dışlanmış ve zavallı hissetim."

sonra ben sazı elime aldım: "tıpkı kafka'nın dönüşüm'ü gibi. ya da değişim'i... bütün çözümlemeler, baba baskısı altın ezilen çocuk vesaire yanlış belki de. aslında kafka aşk acısı çektiği bir sabahı anlatıyordu. "gregor samsa"nın "bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu"ğu falan yoktu. sadece aşk acısı çekiyordu."

ne yalan söyleyeyim, bu tezim, o an ikimize de makul göründü. hâlâ da öyle...

13 Ekim 2014 Pazartesi

bireysel özgürlük

"bireysel özgürlük uygarlığın getirdiği bir şey değil, tersine uygarlığın kısıtladığı bir şeydir."*


*: sigmund freud, uygarlığın huzursuzluğu

8 Ekim 2014 Çarşamba

sahibini arayan mektuplar - bir

anlatmak için yaşamak'tan alıntıladığım hikâyenin peşi sıra yaptığım çağrıya ilk ciddi cevap, "on sekiz yirmi beş yaş arası herkesin şair olduğu bir coğrafyada şiiri bir süreliğine terk etsem bu durum kimseler için bir kayıp olmaz," diyerek "terkedilmiş şiirler"ini terk eden mehmet murat'tan geldi.

kaldı ki, kendini bir süredir mektuplara vermişti. yaptığım çağrının sonuçları ise aşağıda...

*

"soğuk bir ankara akşamında gördüğüm kız,

takvimlerin şubat ayını işaret ettiği günlerdi. kocatepe'den sıhhıye'ye akan mithatpaşa caddesindeydik. seni daha fazla görmek için postanenin önünde durmuştum. üzerimde gri palto. nefesim havaya asılı. sense karşı kaldırımda, tıpkı cadde gibi sıhhıye yönüne yürüyordun. yakası kürklü bir palto vardı üzerinde. elinde çantan. cadde boyunca topuk sesleri.

o anın, dahası o akşamın seni dünya gözüyle son görüşüm olduğunu bilseydim kolundan tutar, "gitme," derdim.

dünya gözüyle diyorum, çünkü seni sonradan çok gördüm: yeşile dönmüş bir trafik lambasının emniyetinde karşıdan karşıya geçerken sol yanımda bekleşen otomobillerden birinin ön koltuğunda, "bu koku en çok ona yakışır," dediğim kokunun durduğum yerden giderek uzaklaşan sahibinde, bir bebek arabasına eğilmiş yüzü görünmeyen bir kadın bedeninin uzamında, yalnızlığı daha da çoğaltan havaalanı kalabalığında sevdikleriyle vedalaşan yolcuda...

o anın, dahası o akşamın seni dünya gözüyle son görüşüm olduğunu bilseydim istanbul'dan günü birlik geldiğim kış grisi şehirden geriye dönmez, bir otel odasından başlayarak o akşam ankara'ya yerleşirdim.

dünya gözüyle diyorum, çünkü seni sonradan çok gördüm: resmi tatile denk gelmiş bir gün avrupalı bir şehrin geç uyanan sokaklarında, şehir haberlerinde, sosyal medya fotoğraflarının fonunda, uykuya varmadan öncesinin yalnız hayallerinde, sanki bir el dokunmuş gibi uyandığım gece yarılarında uykuyu beklerken yanı başımda, okuduğum kitapların sayfalarında, filmlerin kahramanında, başımı kaldırıp bakmadığım onlarca topuk sesinde, en çok da rüyalarımda...

zaten bu mektubu da öylesi bir gecenin, rüyalarla geçtiğim bir gecenin sabahında yazıyorum.

çiçekli çarşaflar içinde uyanmışsın. yüzünde mahmur bir tebessüm. kedi halleri. saçlarında bir kaç tel beyaz. yanağının iki yanında gamze adlı çiçeklerden açıyor. eğilip dudaklarından içiyorum. bugün doğum gününmüş."

4 Ekim 2014 Cumartesi

"senin ismail'in kim?"

bir

çok gençtim. hem dağlardan hem denizlerden gelecek tehlikeleri görebilsin, orada yaşayanları bu tehlikelerden saklasın diye volkanik bir tepenin zirvesine inşa edilmiş kalenin şehre bakan tarafındaki surda duruyordum. yaz günleriydi. bakışlarımı uzaktaki şehirden almış, kaleyi ve surları çoğaltan uçurumun dibinde usul usul akan ırmağa bakmıştım.

birdenbire uçabileceğimi, gerçekten inanırsam kendimi o boşluğa bıraktığım takdirde bir kuş gibi uçacağımı hissettim.

daha sonra o anı düşündüğümde, bu duygunun iki uçlu olduğuna karar verdim. birinci-uç, inancın gücü bunu mümkün kılabilir. ikinci-uç, intihar eden insanların son anına gitsek belki onların da bu şekilde hissettiklerini göreceğiz.

son-uç, kendimi o boşluğa bırakamadım.

iki

"bir ibadet olarak kurban kesmek", ancak başlıkta işaret eden soruya verecek bir cevabımız varsa ya da bu sorunun işaret ettiği menzili hissedebiliyorsak bize bir şey söyleyebilir.

hiçbirimiz ibrahim değiliz, peygamber değiliz. kabul. ama en az bir ismail'imiz olduğuna eminim. "ismail"i biliyorsak ama onu feda etmeyi göze alamıyorsak hiçbir anlamı yok kestiğimiz kurbanların, adadığımız adakların.

belki de, orhan ka.'nın "yaşamak"la "ölmek" arasında gidip geldiği yazısında sorduğu soruyu hatırlamanın tam sırası: hayatınız, hayatınızı feda etmeye değer mi?

ismail'iniz için ismail'i feda eder misiniz?

ya da ancak yarım kalmış aşklar sonsuza kadar sürüyorsa...

üç

belki de susmalı ve sözü başlıktaki sorunun sahibine bırakmalı:

"sen de ibrahim gibi kendi ismail'ini getirmelisin mina'ya. senin ismail'in kim? ancak sen bilebilirsin, başkası değil. belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. ne olduğunu bilmiyorum, ama ibrahim'in ismail'i sevdiği kadar sevdiğin birşey olmalı. senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikatı duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. onu arayıp bulmalısın. eğer allah'a yaklaşmak istiyorsan, ismail'i mina'da kurban etmen gerek."*

dört

sanırım anladınız; gökten bir koç inmiyorsa o anda, ismail'iniz ismail değil. aşkınız aşk...

ne yaptığınız ibadet ne kestiğiniz kurban. sadece kasaplık.

ve uçamıyorsanız bir kuş gibi, şizofrensiniz...

beş

peki ya kız ölmemişse, ölmüyorsa?



*: ali şeriati, hac-baba oğul arasında konuşma (ingilizce'den çeviren: şükrü kaya)

2 Ekim 2014 Perşembe

tehlikeli şiirler: on altı

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
nilgün marmara'dan 'düşü ne biliyorum' mesela...


"kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

yine de, o, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler maketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!"