31 Aralık 2016 Cumartesi

otuz bir aralık

otuz bir aralık öğleden sonralarını severim.

hafta sonuna denk gelmese de tatildir. postanenin önüne kar düşüyordur. bir kaç dakika evvel, postane memuruyla, "soğuk damga değil pulla bedellendirilmiş olmasını istiyorum," diye ama nihayetinde tatlıya bağlanan bir tartışmaya girmiş ya da çok önceden aldığım pullarla postaya hazır ettiğim kartpostalları posta kutusunun karanlığına yollamışımdır.

öykücüyle karşılaşmayı hayal ederim. hangi şehirde olduğumun bir önemi yoktur. bir kaç dakikalık oyalanmanın ardından başımı kaldırıp gökyüzüne bakar, sonra paltomun yakasını kaldırır şehrin üzerine yürürüm.

otuz bir aralık öğleden sonralarını severim. postanenin önü ise, bir de kar yağıyorsa...

o kar sadece kaldırımları değil bütün bir seneyi aklar.

29 Aralık 2016 Perşembe

tolstoy versus dostoyevski

selim ileri, dostoyevski üzerine yazılmış en iyi biyografi kabul edilen dostoyevski: çağının bir yazarı'nın ülker ince tarafından türkçe'ye çevrilişi üzerine kaleme aldığı yazıda adeta içimdekini konuşuyor. kelimesi kelimesine...

anna karenina'yı çok sevmiştim ama tolstoy beni asla dostoyevski ölçüsünde çarpmamıştır.


merkez üs: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/olumsuz-dostoyevski-434939

27 Aralık 2016 Salı

hem ekmek hem su

küçük prens'te ihmal edilmiş bir bölüm vardır: yirmi üçüncü bölüm...

ihmal edilmiş demek belki yanlış. ama hak ettiği kadar değer verildiği de söylenemez.

o bölümde, zamanın boş yere harcamasını önlemek için susuzluk giderici haplar sattığını söyleyen bir satıcı ile karşılaşan küçük prens bir süre onunla sohbet eder.

uzmanların yaptığı hesaplara göre bu hapları kullanan kişiler haftada elli üç dakika kazanıyordur. "bu elli üç dakikada ne yapacağız?" diye soran küçük prens, "canın ne isterse," cevabını alacak ve karşılığında "keyfimce harcayacak elli üç dakikam olsaydı ağır ağır bir çeşmeye yürürdüm," diyecektir.

*

elli üç dakika değil, on dakikam olsaydı fırına giderdim. ekmek alır, ucundan koparttığım parçayı yiyerek yavaş adımlarla kar altında eve doğru yürürdüm.

geçenlerde fazladan bir on dakikam vardı.

24 Aralık 2016 Cumartesi

günün sorusu: kafes

dünya dediğimiz, kutuplardan hafifçe basık, ekvator'dan şişkin küre, insanlar için yapılmış, telleri paralel ve meridyenler olan bir kafes olabilir mi?

21 Aralık 2016 Çarşamba

bir masada iki kişi: hayal

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- zayıflamışsın.

- bunu daha farklı hayal etmiştim.

- nasıl farklı?

- fincanı masaya bıraktıktan sonra bana uzanıyordun. sağ avucunu yanağıma koymuştun. baş parmağınla yüzümü severken, gözlerin gözlerimde, şefkatle ve özlemle, "zayıflamışsın," diyordun.

*

hayır, bu konuşma hiç olmadı. bu masa da. yalnızca bir hayalin hayaliydi.

17 Aralık 2016 Cumartesi

eski bir aşkın hatırası

bir zamanlar eriyen karla beraber çoğalan suyun başını önüne çıkan her kayaya korkusuzca çarparak coşkuyla aktığı, ama şimdi göğün mavisi ve o mavilikte yüzen bulutları yansıtan su birikintilerinden başka bir şey kalmayan bir nehir yatağı gibi...

13 Aralık 2016 Salı

dakika ve skor

"öğle yemeğinden sonra döşekler, kocaman pembe silindir yastıklar getirildi, bitmeyecekmiş gibi süren ikindi vaktini pürüzsüz kerpiç tavana, duvardaki kilimlerden birine işlenmiş şah portresine, evcil bir kekliğin küçük bir havuzun kenarında gidip geldiği, bir kedinin güneşte kırmızı lacivert bir halının üstüne kıvrıldığı bahçeye bakarak geçirdik. yan odada astulla han'ın alçak sesle fokurdattığı nargileden başka tek bir ses duyulmuyordu. insan, çağlar boyu ince ayarlarla mükemmelleştirilmiş bir miskinliğin, huzursuz bedenine ipek bir giysi gibi oturduğunu hissediyordu. belki de epikür'ün, acının ve zevkin ötesinde, tutkudan uzak günler geçirdiği bahçeydi bu. sonunda kedi kalktı, dört bacağını teker teker gerdi, acele etmeden havuza doğru yürüdü. güneş şimdiden kızarmıştı ve uzun gölgeler yayıyordu."*


*: john dos passos, doğu ekspresi

11 Aralık 2016 Pazar

nergis

on bir aralık pazar.

bugün kadınlar pazarında yılın ilk nergislerini gördüm. plastik bir kovada, yarı bellerine kadar su içindeydiler. son bir demet kalmıştı. tıpkı bir armağan gibi.

şimdi her zamanki şarap sürahisindeler. nergisleri zar zor içine sığdırdığım şarap sürahisi ise yazı masasının sağ köşesinde.

odada nergis kokusu. yüzümde ise tebessüm.

10 Aralık 2016 Cumartesi

kitap arasında bir kağıt

bir tatil gününü başka bir tatil gününe bağlayan huzurlu, keyifli, usul usul akan akşamlardan biriydi. kitaplığa yürüdüm. hiç itiraz etmeden içimdeki sesi dinledim ve raftan yky baskısı büyük saat'i alıp başka bir şeye gözüm kaymasın diye oyalanmadan geri döndüm.

"büyük saat"in bazan yelkovanına bazan akrebine tutunup oradan oraya atlarken neredeyse sayfalarla bütünleşmiş, kitaptan dışarı taşmasın diye ikiye katlanmış bir kağıt kucağıma düşüverdi. zamanın ve hayatın yüküyle sararıp incelmiş bir kağıt. benim yazım. kağıt ise daktiloyla oynadığım oyunlardan arda kalmış olmalı.

zaman tüneline düşmek gibi değildi. mutlak biçimde şimdideydim. şimdiki zamanda ve bana yazılmış bir mektubu okuyordum. mektubun yazarı bendim. okuyanı da...

ama yazan ile okuyanın aynı kişiler olduğunu iddia edemem.

"annem buradaydı. uyumuş olduğumu düşünerek, üzerimi örtüp örtmediğimi kontrol etmek için geldiğine eminim. yatağın kenarına oturmadan önce başucu lambasını yaktı. ben de elimdeki kitabı kapattım.

bir süre sohbet ettik. bazı şeyler var ki, o sormadı ben de söylemedim. biliyorum, sorsa da söylemezdim. biliyordu. bir ara ikimiz birden susunca kalktı.

lambayı kapatayım mı, diye sormadan önce bana baktığında büyük bir merak ve hevesle elinde tuttuğu kitabın sayfalarını çeviren oğlunu görmüştü. kendini genç hissetti mi bilmiyorum ama bazı şeylerin değişmeden yerli yerinde, öylece durduğunu fark etmenin verdiği huzurla kapıyı kapatıp çıktı."

6 Aralık 2016 Salı

kedi sevgisi

hiç şüphesiz, "kedi sevmem ben. kedi seven kadınları severim. üstelik onlar da beni sever. hem de çok sever," diyen adamlar var.

ve o adamların demek istediğini bilge karasu, göçmüş kedilerek bahçesi'nde çok iyi anlatır:

"kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir."

2 Aralık 2016 Cuma

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on dört

bir yanıyla "prens" bir yanıyla "budala" mışkin, yazar her şeyi o an için tanzim etmişçesine tesadüfen kapıyı açar ve tren yolculuğunda anlatılanlardan bildiği, peşi sıra yepançinlerde resmini gördüğü ve "böyle bir güzellikle dünyanın altını üstüne getirmek olasıdır," dediği nastasya filippovna'yı ilk kez dünya gözüyle görür.

ve kolayca tahmin edileceği üzere bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

*

"koridora çıkmak, oradan da odasına gitmek için salondan antreye geçmişti ki, dış kapının yanından geçerken dışarıdan birinin kapının çıngırağını var gücüyle çekiştirmeye çalıştığını fark etti. ama çıngırakta bir bozukluk olmalıydı: titreşiyor ama ses çıkarmıyordu. prens sürgüyü çekip kapıyı açtı, açar açmaz şaşkınlıkla bir adım geri çekildi, ürpermişti bile: karşısında nastasya filippovna duruyordu. resminden hemen tanımıştı onu. prensi görünce öfkeyle parladı nastasya filippovna'nın gözleri. bir omuz vurup onu kenara ittikten sonra hızla antreye daldı, kürkünü çıkarırken hiddetle,

- çıngırağı onarmaya üşeniyorsan, hiç değilse antrede otur da, kapıyı çaldıklarında duy...öf, şimdi de kürkümü yere düşürdün, salak.

kürkü gerçekten de yerdeydi. nastasya filippovna, yardım etmesini beklemeden kürkünü çıkarıp arkasına bakmadan ona doğru atmış, ama prens yakalayamamıştı onu.

- kovmak gerek seni. haydi koş, geldiğimi haber ver içeri.

bir şey söylemek istiyordu prens, ama öylesine şaşkın durumdaydı ki, ağzını açıp bir şey söyleyememiş, yerden kaldırdığı kürk elinde, konuk salonuna doğru yürümüştü.

- şuna bakın, şimdi de kürkümle gidiyor! ne diye götürüyorsun kürkümü? ha- ha- ha! deli misin nesin?

prens durmuş aval aval bakıyordu nastasya filippovna'nın yüzüne. nastasya filippovna gülmeye başlayınca o da gülümsemişti. ama hâlâ ağzını açıp bir şey söyleyemiyordu. nastasya filippovna'ya kapıyı açtığı ilk anda yüzü bembeyazdı, oysa şimdi birden kıpkırmızı olmuştu.

nastasya filippovna ayaklarını yere vurarak nefretle bağırdı:

- ne budala şey bu! nereye gidiyorsun? kim geldi diyeceksin?

prens,

- nastasya filippovna, diye mırıldandı.

hemen sordu nastasya filippovna:

- nereden tanıyorsun beni? daha önce hiç görmedim seni. hadi git, haber ver... o bağırışmalar da ne oluyor?

- kavga ediyorlar, dedi prens"