24 Şubat 2017 Cuma

dakika ve skor

"Seni gördüğümde çocukluğumda dinlediğim bir masalı hatırladım. Bir İran masalında, sevdiği kadını yüzyıllarca aynı ruhla başka bedenlerde arayan bir adam anlatılır: Adam sonunda yüzyıllardır aradığı kadını uzak ülkelerin birinde bulur. Ona, güneşli bir gökyüzü altında birlikte toprak işlemek istediğini anlatır. Kadın sadece gülümser ve uzak ülkesinde yaşamaya devam eder. Seni ilk gördüğümde sıcak bir ülkede benimle birlikte toprak işlemeyeceğini, kendi dünyanı bana taşımayacağını biliyordum. Yine bana gülümsediğinde biliyordum ki ben yüzyıllardır yeryüzünde seni aramışım..."*


*: şebnem işigüzel, öykümü kim anlatacak?

21 Şubat 2017 Salı

paralel evrenler: sekiz

iki yazar.

bir fransız. bir de türk.

fransız olan, yaşamaktan muzdarip, ilaç diye nihilizmi seçmiş, iki dünya savaşı arasındaki derin kuyuda  kelimelerle oynadıkça nefes alabilen louis-ferdinand céline. türk olan ise, yaşamını yazmakla anlamlı kılan, sessiz sedasız tükettiği günlerden geriye yalnızca romanlar bırakmak isteyen iyi aile çocuğu barış bıçakçı.

iki ayrı "bekleyiş romanı"nda, gecenin sonundaki aydınlığı, yani hayatın sonundaki ölümü dünyayı dolaşarak bekleyen bardamu ile şehir dışındaki bir sitede gündelik hayatın rutiniyle oyalanarak, geçmişi düşünerek, geleceği hayal ederek editörden gelecek cevabı bekleyen cemil vasıtasıyla açık denizde karşılaşan iki gemi birbirlerine selam ediyorlar.

"gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. bu dünyanın gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. bense asla kendimi öldüremedim."*

"editör hanım, bunca acıya rağmen hâlâ hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var. ben kendimi üçkağıtçı gibi hissediyorum."**


*: gecenin sonuna yolculuk
**:sinek ısırıklarının müellifi

20 Şubat 2017 Pazartesi

bozlak

"bozlak, bir feryattır efendim. bozlak bir bağırtıdır, yüreğini dışarıya atmaktır. bozlağın anlamı budur. içinden geldiği gibi bağırır, söyler. ölçüsüzdür. içinden geldiği gibi söylenen bir havadır bozlak. ölçüsü yoktur. aşk dokunsa da yıpratmaz, incitmez. aşk uyarıcıdır. insanın yüreği uyandığında, insan kendine gelir... acı da söylense, aşkla söylendiğinde dokunmaz, hissettirir... duygusuz söz, aşksız söz tuzsuz aşa benzer, içe sinmez."*

*: elbette neşet ertaş, biz yaşarken (açık radyo kitaplığı dizisi)

17 Şubat 2017 Cuma

kıskanmak

internette gezindiğimiz sayfaların muazzam bir hafızası var. ama benim favorim youtube. hiçbir sayfa ya da site bu konuda youtubeun eline su dökemez.

bazan kurtuldum dediğiniz bir şarkıyı yeniden dilinize doluyor bazan bir zamanlar dinleyip unuttuğunuz bir şarkıyı zalimce hatırlatıyor.

seçtiğim şarkının peşi sıra önerdiği videoyu da bir kaç yıl önce bir kaç gün çok dinlemiş, sonra da unutmuştum.

bir kaç ünlü sima - ne yazık ki ünlü olmanın magazin sayfalarında görülmek anlamına geldiği hazin bir çağdan geçiyoruz- dost meclisinde çalıp söylüyor. söyleyen eleman oldukça başarılı. beğeniyoruz; hem sevgilim hem ben. üstelik eleman yakışıklı da. tuhaf bir biçimde kıskanıyorum.

ama şimdi aynı videoyu yeniden izlerken, o meçhul köprünün altından bunca su akmışken yani, o elemanı yakışıklı bulanın ben olduğunu fark ettim. aslında sevgilimin tipi falan değildi. muhtemelen ondan yana dönüp bakmaz, magazin sayfalarıyla işi olmadığı için ünlü olduğunu bile bilmezdi. ama ben içime attığım kıskançlık yaşamıştım.

kıskançlık sadece sağlıksız değil yani. aynı zamanda bir mantıktan da yoksun. çünkü bize kıskançlık hissi veren kişi, olay ya da nesneler sevgilimizin ancak biz olmasıyla kıskanılası olacak şeyler. oysa o, o. biz değil.

düşünüyorum da, oğlumun 'bir milyon tane v yaka gri tişört'ü var, kızım sadece elbise giyiyor. çünkü babaları hep onları alıyor.

16 Şubat 2017 Perşembe

gözyaşı

bugün önce krzysztof kieslowski'yi, ardından şaheserlerinden biri olan three colors: blue (1993) filmini andım.

yaşadığı büyük acıyla baş etmeye çalışan julie'nin rahat rahat ağlayabilmek, gözyaşlarını insanlardan, hatta kendinden saklayabilmek için havuzda yüzerek geçirdiği zamanları düşündüm.

göz yaşlarından bir köprüyle bir başka filme, "yüzmek"ten "koşmak"a geçtim. bir filmden başka bir filme.

julie'den vücudu su kaybetsin, böylece gözyaşı için vücutta su kalmasın diye sürekli koşan polis memuru numara: iki yüz yirmi üç'e.

keşke karşılaşsalar dedim.

keşke aşk olsa.

13 Şubat 2017 Pazartesi

"küçük bir parça" daha

camekanlardan kaldırıma taşan ruhsuz ışıkların aydınlattığı sokaklarda koşmak yerine yolu uzatmaya, kanala inip kanal kıyısında koşmaya karar verdim. ne bu tarafta ne de karşıda, görünürde kimseler yoktu. bu saatte başka birisi olacağını da sanmıyordum. ev içlerinde yeni yeni yanmaya başlayan lambaların ışıkları kanala dökülüyor, minik dalgalarla oynaşan altın rengi bir sürü yol durgun göle atılan yassı taşlar gibi sekerek bir kıyıdan diğerine ulaşıyordu. sadece vakit değil, iki tarafa dizilmiş evlerle vadiye dönüşen kanal boyu esen rüzgarı bilen ve hesaba katan birisi bu soğukta bırakın rahat yatağını terk edip koşmayı izin alıp işe gitmemeyi tercih ederdi.

on dakika sonra nihayet koşan birine rastladım. koşu kıyafetine, stiline, temposuna bakılırsa yıllardır koşuyor. üniversiteyi bitirip yıllardır hayalini kurduğu işin ona sadece konfor ve para değil kilo da kazandırdığını fark edince, çalışmaya başladıktan üç yıl sonra koşmaya karar verdi. ama soranlara, evde maç izlerken bana eşlik eden bira şişesinin göbeğimde denge problemi yaşamadan durduğunu görünce koşmaya karar verdim, diye anlatacak, vaz geçmekten korktuğu için de hemen o akşam dizi çıkmış gri eşofman altını ve eskidiği halde atmaya kıyamadığı ramones tişörtünü giyip en yakın parka gidecekti. lisede bir gün, aniden ramones dinlemeye başlamış, üniversitedeki son yılında da nasıl başlamışsa öyle bırakmıştı. birazdan evine dönecek, duşunu alacak. eğer hâlâ enerjisi kalmışsa sıcak suyun altında bölüme yeni gelen bilişim uzmanını hayal edecek. tıraş, temiz kıyafetler ve işe gidecek. çantasında akşamdan hazırladığı iki sandviç. birini trende kahvaltı niyetine yiyecek, diğeri ise öğle arası için. gece mutlaka uyanıyor. kalkıp önce tuvalete sonra su içmek için mutfağa gidiyor. neden komodinin üzerinde, başucu lambasının gölgesinde bir bardak su bulundurmuyor diye merak ediyorsanız, onu da söyleyeyim; gecenin ve evin sessizliğinde mutfağa kadar yürümeyi seviyor. yalnız, bir süredir iki defa uyandığını fark etti. aynı gece diz üstü bilgisayarının ışığında bir yandan suyunu içerken internette bulduğu bir üroloji doktorundan hemen randevu aldı. randevusu bu pazartesi. yalnız yaşıyor. ara sıra buluştuğu, bazı akşamlar onda kalan bir kız arkadaşı var. kız arkadaşını bilmem ama o evlenmeyi ya da aynı evi paylaşmayı düşünmüyor. uzun zaman önce insanların evlenmeden ya da ebeveyn olmadan ölebileceklerine karar vermiş.

o ise çocukluğunu düşünüyor. daha doğrusu çocukluğunun geçtiği köy irisi kasabanın geç dönem gotik mimari tarzda inşa edilen ama çürüyen tahtaları yüzünden bin dokuz yüz yetmişleri restorasyon tabelasının ardında geçiren ünlü kilisesini düşünüyor şu an. orada olmaktan nefret eder, canı sıkılır, zamanı tüketebilmek için ayini yöneten rahibin sağ yanındaki pencereyi seyrederdi. nehir kenarından taşıdıkları çamur, ağaç diplerinden getirdikleri kuru dal ve otlarla çerçevenin köşesine yuvan yapan kırlangıçları, bahçedeki kayın ağacının açık pencereden içeri dolan yeşil, kapalı camı aşamayınca cama yapışıp kalan sarı yapraklarını, dalların ağaç soğuktan titriyormuş gibi camı tıkırdatan uçlarını. aslında, sıcak havalarda baştan ayağa beyaz giyinen, soğuk havalarda ise siyah paltosunu üzerinden, kalın siyah eldivenlerini ellerinden çıkartmayan çelimsiz kızı düşünmek isterdi. tıpkı topluca dua ya da ilahi okunurken gözlerini kapatıp düşündüğü gibi. ama kızın adını unutmuştu. adı olmayan birini de düşünmek içinden gelmiyordu.

ne yani? ne olduğunu sanıyordunuz? koşarken yüksek insanlık ideali üzerine düşündüğümüzü, yardıma muhtaç insanlar yararına sosyal projeler tasarladığımızı mı? ya da bir hedefe odaklanarak aklımıza başka bir şey getirmeden koştuğumuzu mu? hem bu ne ki, ben oğlumun -ya da kızımın- baştan sona kontrollü koştuğu orta mesafe yarışının son iki yüz metresi yaklaşırken, kendi kendime söylediğim "şimdi değilse ne zaman" cümlesini duymuşçasına temposunu arttırdığını ve ben muhtemelen o günler geldiğinde ancak dizlerinden destek alarak doğrulan bir adam olacağım için dizlerime koyduğum ellerimden destek alarak doğrulurken daha da hızlandığını, önündekileri geçerek birinci olduğunu ve bir yandan nefesini düzenlemeye çalışırken bir yandan da benden tarafa baktığını hayal ediyorum. üstelik bunu ne zaman hayal etsem, tıpkı şimdi olduğu gibi gözlerim doluyor ve bir süreliğine yavaşlamak zorunda kalıyorum.

10 Şubat 2017 Cuma

konum - üç

"belki fenerbahçeden teknik direktörlük için ararlar diye yıllarca telefon numarasını değiştirmeyen yılmaz vural" ile "çocuklarının kendisini sevip sevmediğini anlamak için ölmüş numarası yapan nazan öncel" arasında bir yerlerde.

8 Şubat 2017 Çarşamba

tepe

ormanı ve dağları başlatan alçak tepe üzerindeki ağaçlar sert geçen kış nedeniyle daha şimdiden çırılçıplak kaldığı için seyrek saçlarını geriye taramakta inat eden adamları hatırlatıyordu.

6 Şubat 2017 Pazartesi

öcüler

prolog:

bu yazıyı yaklaşık bir yıl önce yazdım. ama kendi kendime koyduğum "dördüncü bölümün peşi sıra" kuralı yüzünden bu günlere kaldı.

*

"öcüleri küçükken bizi korkutmak için uydurduklarını sanıyordum.
yanılmışım."*

bir.

nazar değmesin diye belli etmemeye çalışıyorum ama iki bin on altı benim için fevkalade başladı ve başladığı gibi de gidiyor. sanki ağırlıklarından kurtulmuş rengarenk balonlar gibiyim. hafif, hortumun ucundaki fıskiyenin döne dolaşa ıslattığı çimenler üzerinde çıplak ayaklar, sıcak yaz gecelerinde temiz ve serin nevresimler...

bu günlerin keyfini çoğaltan şeylerden biri de, ezber bozan web dizisi öcüler. ev yapımı elmalı kurabiyeler gibi. belki birinin şekli diğerine uymuyor ama tadı, nefis... sadece üç bölümle gönlümüzün oscarlarını, altın kürelerini şimdiden kazandı. oscar demişken, neydi o leonardo dicaprio çılgınlığı? eğer "oscar goes to leo" olmazsa üçüncü dünya savaşı çıkacak, iklim değişecek, akdeniz olacak falan sandım. akademi üyeleri akl-ı selim çıktı da euro-dolar paritesi yerli yerinde, borsada kâr satışları...

aklıma estikçe tekrar ve tekrar izliyorum. dizi sabit kalsa da ben aynı ben olmadığım için her defasında yeni bir seyrediş oluyor nasıl olsa. evet, bu fikri calvino'dan aldım; "aradan geçen yıllar içinde kitap aynı kalırken okur bambaşka bir insana dönüştüğünden bu ikinci okuma yeni bir okuma anlamına gelir," dediği yerden.

daha en başta, "güzel olamayacak kadar gerçek" diyen mottosuyla dikkat çeken dizi için bir çok sıfatı bir arada kullanmak mümkün: keyifli, ferah, protest, gizemli, ezber bozan, entelektüel vs... en çok hak ettiği sıfat ise "rafine". çünkü her bir sahne, kelime ya da jest belli bir eğitimin, kültürün, birikimin, dünya görüşünün imbiğinden süzüldükten sonra orada ve var.

aynı zamanda "öcüler"i görmezden gelmeyi tercih eden, görse de hafife alan kim varsa onlara yapılan bir nanik, serseri bir tebessüm. çünkü o "öcüler", kendilerini hafife alanların dipnot ve arka kapak yazılarından öğrendiklerini kaynağından öğrenmiş olarak oradalar. kabul, kafaları biraz karışık, gitmekle kalmak arasında araftalar. bana kalırsa doğru yoldalar.

dalgacı tavırlarından, sivri dillerinden nasibini almayan neredeyse yok. verdikleri kalıcı rahatsızlığın farkındalar ama kendilerine yakışanı yapıyor, özür falan dilemiyorlar. onların ki, önlerine çıkan kim varsa -ki buna kendileri de dahil- yanlarından eksik etmedikleri bir aynayı yüzüne tutmak. tam da bu yüzden aldıkları eleştiriler. belki bu yüzden, kendileri anne ve babaları misafirliğe gittiğinde küçük kardeşini hiç pataklamamış, çekmeceleri karıştırmamış, misafiri olduğu evin aynalarında parmak izi, koltuk altlarında toz aramamış, işaret parmağının ucuyla burnunun içini yokladıktan sonra bulduklarıyla küçük dünyalar yapmamış, cuma hutbesini dinlerken borsayı ya da okula yeni gelen genç edebiyat hocasını düşünmemiş, en önemlisi rakip takımın hiçbir zaman var olmamış annesine edep adına ne varsa unutarak, üstelik şizofrence sayılacak ilgilerini koro halinde ya da tek tek söylememişler gibi sözgelimi esma'nın sinkaflı kelimelerine takmaları.

ama onları anlıyorum. buna takılmakla, okuyup evlenip tek bir çizgiye indirgediklerini hayatlarını, bileziklerini, halaylarını, toplumun sırtlarından iterek yüz yüze getirdiği adama ya da kadına elest bezminden bu yana aşıkmış gibi yapmalarını, suskun akşamlarını, sevgisi hiç olmamış şehveti sönmeye yüz tutmuş dokunuşlarını görmezden gelebilirler. ne de olsa büyüsek de çocukluk yerli yerinde ve biz görmezsek o da bizi göremez.

tokiden ev, doktordan araba taksiti, koltuk takımına uygun halı, çocukların özel okulu, ürün yerleştirmeli dizileri, reklam panosu kostümleri, örtüleri, sünnete göre değil modaya göre sakal.

bir buçuk.

bu güzel diziden sadece övmek ve içimdeki öfkeli adamı konuşturmak için bahsettiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

beni takip edin.

iki.

her şey normaldi aslında. emek verilmiş, bana da keyif veren bir işi aklıma geldikçe izliyordum. vakti geldi, üçüncü bölümü de izledim. bir defa daha. sonra bir defa daha.

birden onu gördüm; aslı'nın gözlerinde başından beri var olan ışığı... hemen bir romanın en başına döner gibi hikayenin başına döndüm. sadece altını çizdiğim yerleri değil başka yerleri de yeniden okudum.

bir düğünün orta yerinde elindeki örgüden başkasıyla ilgilenmeyen, hemen yanında çitlenen çekirdekten yiyebilmek için bile çaba göstermeyen bir tip. amerikadan gelmiş, işsiz güçsüz, ölürüm de dönmem dediği doktora yarım, sanatını icra edebileceği mesleki alanlar kısır, döndükten sonra bir umut diye facebooktan arayıp bulduğu sınıfın iyi çocuklarının alayı çoktan evlenmiş, belki bir şey çıkar diye arkadaş düğününe gelmiş.

üstelik yalancı. uçak türbülansa girmiş de oradan örtülü çıkmış. yalan. ben o kadar türbülansa girdim hiç bir şey olmadı. sadece bir defa korkudan ölüyordum o kadar. ölmediysem ve eğer bugün bunları yazıyorsam yanımdaki koltukta oturan sicilyalı katolik teyzenin duaları sayesinde.

"yok! ben küfür etmiyorum," dediği an yok mu. yalan. ona bakarsan "fuck" da küfür. "b.k" diye yazman o kelimenin "bok" diye okunmasına engel değil. ama "hanım hanımcık kız" imajı için küfre mesafeli olduğunu vurgulamak şart. esma'nın 'boğaziç'li bir kuzeni varsa ve üstelik yaşı da yaşına uygunsa kaçmasın. etrafa hazır, "ben atkılar, kazaklar örer sevdiceğimi üşütmem" mesajı da vermişken hiç küfür edilir mi?

sonra seyirciye konuşması yok mu? baş döndüren bir tebessümün eşlik ettiği "arada kaçıyor"la gerçek niyetini saklama çabası falan. bu seyirciye oynamak değilse nedir? bu kameraya bakmalar bitmek bir yana artarak devam edecek, üçüncü bölümle zirve yapacaktır. gelecek bölümlerden birini romeo ve juliette'le tamam etmezse ne olayım: yarayla alay eder yaralanmamış olan... üçüncü bölümde neden esma yok sanıyorsunuz? kayıp eşya bürosundan araklanmış, tozlu, eski bavul konusunda esma'ya cesaret vermek iyi bir yöntemdi. böylece kızda kamera karşısına geçecek yüz kalmadı haliyle. dördüncü bölümün kurgusunu da onun yapacağı söyleniyor.

neymiş, annesi dediği için hediye olarak borcam almış. riyakarlık diz boyu. o kadın amerika'ya gitme diye o kadar yalvardı sana. o zaman dinledin mi ki borcam al deyince alacaksın. babasıyla küs gittiğine de eminim. tıpkı, adamcağızın bir sene boyunca emesen konuşmalarında kameranın önüne geçmediğine, ilk altı ay yemek masasının sandalyesinde hiç konuşmadan sadece konuşanları dinlediğine emin olduğum gibi.

tam bu sırada, kendi kendime sorduğum, "bu kız amerika'dan neden döndü?" sorusunun cevabını buldum: cinayet. lütfen dikkatli bakın, bakışlarında sakladığı katili siz de fark edeceksiniz.

tamam tamam. abartmış olabilirim ama uyumayı tercih edip derslere gitmediği, uyanık olduğu zamanlarda da nutella kaşıklayıp ailemizin seri katili dexter'ı izlediği kesin. hause m.d. izlediği ise üçüncü bölümdeki "kapı kolu sorusu"ndan belli. üçüncü sezon yedinci bölüm. pes... elbette aklımda tutmuyorum. sadece iki asal sayıyı cümle içinde kullandım. bir de, senaryo gereği ağzı iyi laf yapan zeki adamlar ilgimi çekmiyor.

ne diyordum? "bu kız amerika'dan neden döndü?" aşk ile "o zaman kahrolsun mu kapitalizm" deyişine bakan birisi occupy wall street etkinliklerinde polislere turgut uyar'dan kırlardan geliyorlar'ı okuduğu ve böylece amerikan taşrasına mesaj verdiği için sınır dışı edildiğini sanabilir. elbette ingilizce. elbette kendi çevirisi. sümbülteber'i ne olarak çevirdi acaba?

toplam üç bölüm olmuştu. aslı yalancıydı, seyirciye oynuyordu, akıllıydı, anarşistti ve hatta "meşhur"du. ve korkarım seri katil olma ihtimali de vardı. esma son bölümde yoktu.

iki buçuk.

aslı. aslı. aslı.

buraya kadar gelebildinse biraz daha yürüyebilirsin. if you see dead people, beni de görebilirsin.

üç.

evlen benimle aslı! ördüğün tüm çoraplar tam benim başıma göre.

3 Şubat 2017 Cuma

kadınlar-erkekler: on altı

kadınlar ilişkilerinin çıkmaza girdiğini ya da bittiğini kabullendiği an eski defterleri karıştırmaya başlarken erkekler usulca mahalleden uzağa çevirir bakışlarını.

1 Şubat 2017 Çarşamba

günün sorusu: gök gürültüsü

gök gürültüsünden korkmak, başka bir deyişle gök gürültüsüne eşlik eden yıldırım yok etmek için beni seçecek düşüncesi kendini özel ve önemli sanmak değil midir?