31 Mart 2017 Cuma

düşünce özgürlüğü

insanları anlayamıyorum. aslında, bazan anlıyorum da bazan hiç mi hiç anlamıyorum.

sarışın ya da esmer olduğu için kimse suçlanmıyor. en azından günümüzde ve genel bir kabulle beyaz, sarı ya da siyah ırktan olmak sorun değil. kısa boylu, zayıf, uzun boylu, sakallı, bıyıklı, şişman vesaire olabilirsiniz. tek tek ya da hepsi birden.

gerçi fazla kilolara, beyaz saçlara, göz kenarlarındaki kırışıklara, saç dökülmesine dostça sayılmayacak bir tepki var ama bunun daha çok pazarlama stratejisi olduğunu düşünüyorum. sağlık hizmetlerinin hastaneden çok lüks otele benzeyen ticarethanelerde verildiği bir çağdan geçiyoruz. sağlık turizmi diye bir şey var.

hemen itiraz etmeyin lütfen. bu durum eskilerin kaplıca ya da ılıcaya gitmesinden çok daha farklı.

ne diyordum? her şey olabiliyorsunuz ve hiç kimse buna itiraz etmiyor.

ama siyasete, şiire, kadın erkek ilişkilerine, spora, anneliğe, aşka dair fikirlerinizi söylemeye kalktığınızda hemen itirazlar yükseliyor. onun gibi düşünmediğiniz herkese göre yanlış, kaçık ya da ucubesiniz. onlardan değilseniz "öteki"siniz. kovulmasanız da yeriniz muhakkak kapıya yakın.

"beden benim, el ne karışır?" derler de kendisinden farklı düşünene, farklı siyasi görüşe sahip ve hatta farklı takım tutanlara en küçük bir müsamaha göstermezler. bedeni bir kalıba sokmaya çalışanlara isyan ederler de düşünceyi kalıba sokmaya çalışanlara aldırmazlar bile.

doğanın deterministik emirlerine uymasanız olur ama toplumunkilere uymazsanız yeriniz akıl hastanesi ya da hapishane.

yoksa olay biyolojinin psikolojiye galebesi mi?

ya da doğuştan gelen özelliklerimiz ile sonradan edindiklerimiz arasındaki fark?

belki de seçmeden gelen ile seçimle gelen arasındaki mesafe.

27 Mart 2017 Pazartesi

kum yazısı

sınırı kuma çiziyor ya da duvarı kumdan örüyorsanız bazı sonuçları göze almanız gerekir.

bir rüzgârlık ömrü vardır çizdiğiniz sınırın. güneşte kurur duvarınız ilk önce, sonra dağılır.

şimdi de kumdan kalelerinizi düşünün.

biraz güneş, biraz rüzgâr...

25 Mart 2017 Cumartesi

etek

yürürken eteği dalgalanıyor, her adım atışta yüksek topuklu, burnu açık ayakkabılarından gül rengi tırnaklarıyla ayak parmakları görünüyordu.

23 Mart 2017 Perşembe

çerçeveyi kırmak

tarihin, tarihten aldığı cesaretle erkek tayfasının kadına reva gördükleri ve yaptığı haksızlıklar bugün sır değil. mesela bizler, bahçeyi, avluyu değilse de bahçe kapısından öteyi kadına yasak etmiş bir neslin torunlarıyız.

ama zaman değişiyor, kadınlar gasbedilmiş alanları birer birer geri alıyor. her zaman değil ama çoğu zaman bunun bir çeşit fetih olduğunu söylemek mümkün. hayatın içine sokulup tenhalarda, kırlarda dolaşmak yerine artık şehrin, şehrin insanlarının üstüne üstüne yürüyebiliyorlar.

olmaları gereken, olabilecekleri her yerdeler. sanat, siyaset, çalışma hayatı... bütün bunlar olup biterken, normal olarak ne çok çerçeveye sıkıştırılmış olduklarını da fark ediyorlar. ve o çerçeveleri donanım, kişilik özellikleri, güçleri ölçüsünde param parça ediyorlar.

elbette itirazım yok. ama itiraz edeceğim yere adım adım geliyorum.

bir süre sonra, 'çekiç olana her şey çivi görünür' misali her şeyi kendilerini sınırlayan ve kırılması gereken bir çerçeve olarak görmeye başlıyorlar. 'altmış sekiz ruhu' dediğimiz baby boom kuşağının özgürlük arayışında düştüğü hatanın aynısı: sıkıştırıldıkları dar çerçeveye isyan ederken kantarın topuzunu kaçırmak. üst üste gelen iki dünya savaşının sebep olduğu karamsarlığı kabul ediyorum elbette. tenin güzelliğini, isyanın şiirselliğini, özgürlüğün kanatlarını... yine de onları karşıma alıp, "neyin fazlası zararlı değil ki özgürlüğün de olmasın?" demek isterdim.

benim kadınlara itirazım da bu noktada başlıyor. mahallenin akl-ı selim abileri, amcaları kahveden vakitlice çıkıp geç olmadan evine dönerken gecenin bir yarısı sokağın başında taksiden inip eve yürümenize elbette karşı olurum. kadının sokakta sigara içmesini sevmiyorsam, bu kadın içtiği için değil. bizzat sigaraya karşı olduğum için. bilim adamı denilince aklıma sakallı, bıyıklı erkekler gelmiyor ki benim. beyaz önlüğünü giymiş, mikroskoba eğilmiş insanlar geliyor. hele onlardan biri var ki, çok güzel.

sonra annelik geliyor aklıma... bu konuda babadan -ya da bir başkasından- her türlü yardımı istemeye elbette hakları var. çünkü emzirmek dışında erkek de -ya da bir başkası- bebekle ilgili her durumun üstesinden gelebilir. ama kadınların anneliği tarihin ve tarihten cesaret bulan erkeklerin üstlerine yıktığı bir angarya olarak görmesini ayıp sayıyorum.

ister tanrıyla açıklayın ister doğayla annelik kadın işi. ve kadında bir şey var ki, biz erkeklerin alayı bir araya gelse bir parçasını bile bebeğe veremeyiz.

20 Mart 2017 Pazartesi

günün sorusu: kan bağı

zamanla değişen ile zamanın şekillendirdiği arasında bir kan bağı var mıdır? yoksa bir çok şey gibi bu da bir yanılsamadan mı ibarettir?

18 Mart 2017 Cumartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on altı

yazarımız, kıymeti yazdıklarından çok daha fazla mustafa kutlu, başlangıcı kahramanından çok öncesine giden bu hikâyede "aşk imiş her ne var âlemde" dercesine ilk önce sinan ile nur'u tanıştırıyor.

birazdan aşk mı dostluk mu belirsiz bir uçurumun kenarına yürümeye başlayacaklar...

*

"şeyh vefa camii'nden çıktım, ayakkabılarımı bağlıyorum. birden üstüme bir gölge düştü. bağcık işi bitti. başımı kaldırıp doğruldum.
aman allah'ım!
yahu arkadaş dünyada bu kadar güzel bir göz, güzel bir yüz olabilir mi?
iri hareli, uzun kirpikli elâ gözler, hilal kaşlar; kaş dedikse hiçbir yanı alınmamış hilkatten böyle. minik kalkık bir burun, zarif ağız ve çene. koyu kestane gür saçlar parıl parıl o kuğu boyun üzerine dökülmüş.
ne desem boş, bu güzelliği tarife dil yetmez. bir de beyaz dişlerini, gamzelerini göstererek gülümsemez mi.
toprak ayağımın altından kaydı, bayağı bir sallandım.
gel de düşme.
buğulu, esrarlı bir sesle konuştu. ya rabbi bu bir insan mı, yoksa melek mi?"*


*:mustafa kutlu, nur

15 Mart 2017 Çarşamba

konum - dört

"türkan şoray'ın estetik görmemiş hâlinin gözleri" ile "melisa sözen'in ağladı ağlayacak gözleri" arasında bir yerlerde.

13 Mart 2017 Pazartesi

tehlikeli şiirler - yirmi yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
faruk nafiz çamlıbel'den firari mesela...

sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,
sana kafir dediler, diş biledim hak'ka bile.
topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,
kahpelendin de garez bağladım ahlaka bile...

sana çirkin demedim ben, sana kafir demedim,
bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin,
yaşadın beş sene kalbimde misafir demedim.
bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin?

zülfünün yay gibi çelik tellerine
takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek.
sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine
seni aşkım canavarlar gibi takip edecek...

10 Mart 2017 Cuma

tavla ve miğfer

kavga etmiştik. büyük bir kavga. öyle ki, sakinleşene kadar evin bir köşesinde oyalanmayı sonra da sarmaş dolaş olmayı bu defa beklememiş kendimi dışarı atmıştım. kapıyı çarpmış bile olabilirim. hatırlamıyorum.

bizim sokakta bir kahvehane vardı. oraya gittim. kahvehane kumarhane karışımı bir yer. herkes bana baktı. oysa iki apartman yanda oturuyordum. en üst kat. çatı katı da var ama onu saymıyorum. bir çay söyledim. sonra bir çay daha. çayımı içerken posta ve türkiye gazetesini okudum. gazeteler bitince çayların parasını ödeyip çıktım.

kapıyı sessizce açtım. salonun ışığı yanıyordu. yatmamış. montumu asıp kafamı salona uzattım. kanepeye uzanmış, kendi kendine tavla oynuyordu. dirseği kanepede, yüzünün sol yanı avucunda. sağ eliyle de zarları atıyor, alıyor, pulları oynuyor.

o an ne olursa olsun onu terk edemeyeceğimi anladım. onu hayatın ortasında yapayalnız ve savunmasız bırakamazdım.

yüzümdeki hüzünden yapılma tebessümü, şımarık ve kocaman olanıyla değiş tokuş edip yanına yürüdüm.

"kim yeniyor?"

ben yeniyormuşum.

bunu birden bire hatırlamadım elbette. geçenlerde julien gracg'ın ormana bakan balkonu'nu okuyordum. tatar çölü'yle kardeş bir roman. sözü uzatmamak için "john fowles'ın bu adama neden bu kadar çok değer verdiğini nihayet anladım," diyeyim.

orada, giovanni dragovari bekleyişinin bir yerinde mona'yla karşılaşan, sadece bekleyişi değil hayatı da anlam kazanan asteğmen grange, devriye nöbeti diye çıktığı yürüyüşün sonunda kendini bir defa daha mona'nın kapısında bulur. anahtarı vardır. mona'yı ve yardımcı kadını uyandırmamak için sessizce içeri girer. miğferini çıkarıp "alışılmış bir jestle dolabın kocaman anahtarına asar" ve "birdenbire yüreğinde hafif bir şok hisseder".

çünkü, "her asılışta kayışının ucunda biraz sallanan miğfer cilalı tahtaya sürtüne sürtüne orada yay biçiminde bir iz açmıştı."

7 Mart 2017 Salı

gecenin kemanı*

takvimlerin yıl hanesinde iki tane sıfırın yan yana durduğu zamanlar.

türkü değil, neşet ertaş dinliyorum. blues, chris isaak peşi sıra danny vera ile biraz daha modernize olmuşum.

cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası, ulus, opera sahnesi... genç bir şairin** çıkıp, "banane zümrelerden, züppelerden/ kalabalıkların mazereti olan kabalıklardan./ onların bezenmiş yalanlarına,/ meze islamlarına,/ doğum kontrollerine,/ çalışan kadınlara yapılan iyileştirmelere/ ve senfonilerine iman etmiyorum/ ki senfoni/ cuma akşamı bir başkent putudur" diye şiir yapmasına çok var.

sosyete müslüm gürses'i keşfetmiş, ben arabesk bir yanım olduğunu kendime bile itiraf etmiş değilim. ama isminden devşirdiğim anarşist tavır yüzünden protest müzik dinliyorum.

bir dakika.

mola.

"anarşist" ya da "anarşizm" kelimelerini sevmiyorum o ara. "isyan" benim kelimem. hatta oraya buraya yazdığım bir dizem bile var: geceyi yıkan bir isyan sözcüsüyüm.

devam.

protest müzik dinliyorum demem boşuna değil. çünkü özgün müzik dersem yalanım ortaya çıkacak gibi geliyor. bir şeyden daha var: ahmet kaya'yı sevmiyorum ve dinlemiyorum. "ahmet kaya'yı sevmesek de şarkılarını dinleyebiliriz" çözümünü de henüz keşfetmiş değilim.

bu şarkı da o dinlemelerin hatırası. adını da çok seviyorum. belki bir arabesk sanatçı söylese de olurdu.

* fatih kısaparmak, gecenin kemanı


**:ahmet sefa dinleyici

5 Mart 2017 Pazar

kahraman

verbumnonfacta, "sonunu düşünen kahraman olamaz" deyişi ile orijinali kendisine ait "insan olabilirse ancak kendi kendisinin kahramanı olabilir" cümlesini birlikte düşünmenizi tavsiye eder.

3 Mart 2017 Cuma

yaşadığımız hayat

bakmayın siz, "modern zamanlar inancımızı alabilir, inanma ihtiyacımızı değil" diyerek şu 'ahir zaman'a sesimizi yükselttiğimize. bu cümle twitter için. ya da kısa mesaj. belki başka paylaşım sitelerinde de şık durabilir. ama çoğu aforizma gibi görüntüde güzel ve sadece konuya girmeye yarıyor.

artık inanamıyoruz, güzel bir şairden ödünç aldığımız "aşkım da değişebilir, gerçeklerim de" savunmasını yitirdiğimiz inanma yeteneğimize bahane ediyoruz gün boyu. diğer yandan "bir fikre sadakatle bağlanabilmeyi çok isterdim" diyerek inananlara inanıyoruz. çünkü masrafsız. emek yok, ter yok. ve dahi göz yaşı...

artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. çünkü sevmenin zaman isteyen, mesai isteyen bir yanı var ama bizim işimiz çok.

ne istediğimiz hakkında çoğu zaman fikrimiz, seçmekle risk almaya ise cesaretimiz yok. ancak bir başkasının istediğini, başka bir deyişle başkalarının onayladığı şeyleri isteyebiliyoruz. daha önce kimsenin gitmediği yollar, ayak izi olmayan patikalar eski anlatılarda bir konudur yalnızca. ya da uzak doğu öğretilerinde.

istemek, yapabilmek ve bilmek eylemlerini terk etmedik. sözlüklerde yerli yerinde. ya içimizde? bize sunulan seçeneklerden birini istiyoruz. sınırlı bir alanda istediğimizi yapabilir, dilediğimiz oyunu oynayabiliriz. bildiklerimiz ise, eğitim aldığımız alan dışında hep aynı.

hayatımız tekrar, tercihlerimiz taklit. biz gerekli yerleri dolduruyoruz ve bilgisayarlar, programlar bizim adımıza karar veriyor. makineler seçiyor mesleklerimizi, sevgililerimizi, hayatlarımızı.

kişiliğimizi ise burçlar. yoksa, güneş, dünya ve yıldızların doğduğumuz andaki konumu mu demeliyim?

iyi ya da kötü bir fikre sadakatle bağlanmak bir lütuf. birini özlemek, burnunuzun direğinin sızlaması, hayal kurmak...

sözü uzatmak boş. inanmakla başladığımız bu metni başladığımız gibi bitirmek en iyisi. kader'in* sonunda bekir'in dediklerinden bir cümleyle. biraz küfürlü ama olsun: herkesin inandığı bir şey vardır bu amınakodumun hayatında. benimkisi de sensin, n'apayım?


*: zeki demirkubuz, 2006