28 Nisan 2017 Cuma

kan ve gül

ben ve arkadaşlarım -"vefasız alemin isyankar çocukları" yani-, yaklaşık bir yıl önce mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi'nin bomonti kampüsü'nde alper canıgüz'ün konuk olduğu bir söyleşiye katılmıştık.

benden önce söz alan kız, yazarın henüz iki kitabını okuduğunu ve kendini geç kalmış hissettiğini söylemişti. ben de söze buradan başladım: "farkında değil ama arkadaşımız çok şanslı. onun yerinde olmayı, hatta alper canıgüz'ün hiçbir kitabını okumamış olmayı isterdim. çünkü ben hiçbir kitabını ilk defa okuyamayacağım."

*

bugünlerde twitterda kan ve gül paylaşımları yapan artistlere(!) bakıp kendimi mahalle bakkalından çekirdek almış bir grup çocuğun içindeki berbat çocuklar gibi hissediyorum.

sabırla herkesin çekirdeğini bitirmesini bekleyen, biten çekirdeklerin ardından keyifle çekirdek çitleyecek çocuk...

24 Nisan 2017 Pazartesi

don't forget, memory*

son zamanlarda, konusu ne olursa olsun bütün sohbetlerimiz oğluna bağlanıyor. sonra da, yaptığı şeyin farkına varınca yani, mahcup bir ifadeyle, "hep aynı şeyi yapıyorum değil mi?" diyor. şikayetçi değilim. çünkü baba-oğul hikâyelerini severim.

hafta sonu bir sürü müzik cdsi almış. zeki müren, müzeyyen senar, şükran ay, berkant, seyyan hanım ve bir sürü isim daha. bunları dinleyerek büyüsün istiyormuş. aslında internette varmış ama elinin altında da olsun istemiş. kaldı ki, bir süredir bilgisayarında, cep telefonunda kayıtlı olanlardan, youtubetan falan dinletiyormuş.

"bizim de vardı öyle bir hayalimiz" deyince, "siz?" diye sordu. adını söyledim. hatırlamak için bir kaç defa kendine tekrar etti. "nerede o şimdi?" diye sordu bu defa. bilmiyorum, en son avrupa'daydı.

"bir hafta sonu baba-oğul evdeyiz. annemizin işi var" diye anlatmaya başladı. daha doğrusu "anneniz mi?" diye başladığım, en hafifi, "yeni annenle yaptıklarınızı freud bile açıklayamazdı," olan bir sürü alay cümlesinden sonra.

"bir hafta sonu baba-oğul evdeyiz... o sırada mutfaktayım. yemeğe bir şeyler hazırlıyorum. beni odasına çağırdı. elimdeki işi bırakıp gittim. oyununa arkadaş olmamı istiyormuş. "işim var. bitince hemen gelirim söz," dedim. odasından çıkarken, "gitme baba..." diye seslendi. ben cevap vermeyince devam etti: gitmeee sana muhtacım. başımda tacım..."

bir süre kahkahalar, "canım benim"ler, "bu çok iyi"ler havada uçuştu. birden yüzü gölgelendi. hem hüzün hem acı vardı o gölgede. yakın zamanda bir akrabasını kaybetmiş, bir arkadaşının kanser olduğunu öğrenmiş de mutlu olmakla ayıp ediyordu sanki.

ben de durunca anlattı: "sana söylemedim ama oğlum doğunca tavsiyene uyarak bir defter tutmaya başlamıştım. aslında iyi de oldu. o kadar çabuk büyüyor ve değişiyor ki hızına yetişmekte, ayrıntıları aklımda tutmakta zorlanıyorum. bellek belki de farklı çalışıyor, en başta bir çizgi çizdiği kağıtları bile saklarken şimdi en güzel resimlerini bile iki gün sonra çöpe atıyorsak bellek de yeni hatıralara yer açmak için eskilerden kurtuluyor olabilir. sana anlattığım bu olay neredeyse bir sene önce oldu. unutmuşum. geçen gün defteri karıştırırken hatırladım. ve çok ağladım."

(daha bitmedi...)


* yiğit yavuz'un nitelikli çevirisiyle ve konuş, hafıza/ tekrar ele alınmış bir otobiyografi adıyla türkçeleşen, 'nabokov tarzı" bir biyografi diyebileceğimiz speak,memory/ an autobiography revisited'tan esinle.

18 Nisan 2017 Salı

tehlikeli şiirler - yirmi sekiz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
mustafa köneçoğlu'dan iyiler de ölür* mesela...

                                         mustafa kutlu'ya...

bak iyiler de ölüyor mustafa abi en iyiler de
hem de yumruk gibi mısraları bırakıp içimize
iyiler de ölüyor, en ilerde ve bütün yönlerde

bunu tarihten biliyoruz ve bütün eski dillerden
bunu yüzyıllardır seyrettiğimiz içli filmlerden
içimizdeki suretlerden, sözlerden ve şiirlerden
bunu bir öyküye girmemiş ölülerden biliyoruz
bunu geçen günlerden, geçmeyen hüzünlerden

kötülük her çağda yeniden karıyor kartlarını
kanlan toprağımız bir tutam gözyaşı ve kan
kağıtlarda sararmış iyilik ve güzellik şiirleri
yine de kötülüğün üstesinden gelmek için
kelimelerle hayat çalışıyoruz ne tuhaf değil mi

biraz mola versek dünya diner mi, dinlenir mi
cebimizde katlanmış bu kanlı mendille, söyle
hayatın yüzüne doğru bakıp da haykırsak
cennet misin, cinnet misin, yoksa cinayet mi
bizi kim bağışlar kemikte acı dilde açık endişe

tam da şairin ağzım kurusun dediği yerde
iyiler de ölüyor bak: ya tahammül ya seferde

*: dergâh, nisan'on yedi, numara: üçyüzyirmialtı

15 Nisan 2017 Cumartesi

diyalog

"ilk görüşte aşka inanır mısınız?" diye sordu adam. "elbette," dedi kadın.

"imkansız olan ötekilerdir."

13 Nisan 2017 Perşembe

bir voleybol yazısı

bu yazıyı yazmaya en çok benim hakkım var.

sporun her dalına ilgi duyduğum için değil. erkekler tenisinden sonra en çok kadın voleybolunu sevdiğim için değil.

ilkokul beşte, bir hafta sonu, spor salonunda, antrenmanda, benden yana yuvarlanan topla, kafamda uydurduğum kale ve ceza alanına doğru sağ ayak içiyle yaptığım gelmiş geçmiş en iyi ortadan sonra kapıya uzattığı işaret parmağı yetmezmiş gibi bir de "defol" diye bağıran beden eğitimi öğretmenimin sebep olduğu ukde yüzünden değil. belki de freud haklı olduğu, ojeden o gün etkisiyle nefret etmiş olabileceğim için de değil.

nereye gitseler oraya taşıdıkları "kaynağını gençlikten alan küstah ve şenlikli güzellikleri"yle bana "veleybol'un yanlış, doğrusunun "voleybol" olduğunu öğreten iki güzel genç kız yüzünden değil.

uzun süre alt liglerde mücadele eden fenerbahçe kadın voleybol takımını yeniden birinci lige çıktıktan sonra, özellikle de iki bin beş yılındaki seda tokatlıoğlu transferinin ardından bıkmadan usanmadan takip ettiğim için değil.

müessese takımlarına karşı bir kulüp takımı olarak "haramilerin saltanatını yıkacağız" pankartıyla vücut bulan başkaldırı için değil.

bir geniş aile geleneği olarak fenerbahçeli olduğum için değil.

fırsat buldukça gittiğim maçlarda gençlerden çok yaşlılarla sohbet etmek zorunda kaldığım için değil. onlardan birinde voleybolcuların görünüşü ile ilgili yorum yapan teyzeyi yüzüm kızararak dinlediğim için değil. o gün o teyzeden "feleğin çemberinden geçmiş kadın ve ununu eleyip eleğini asmış kadın kardeşliği ve vurdum duymazlığı"nı öğrendiğim için değil. hamama gitmiş aile büyüğü gibi bana kız beğenirken, "ben nataşa osmokroviç'i beğeniyorum" dediğimde "o senin için biraz büyük değil mi" dediği için de değil. "ben çoluk çocukla muhatap olmuyorum," dediğim için hiç değil.

tesadüfen denk geldiğim çok uzak bir deplasmanda eda erdem'e saç tokası armağan ettiğim için değil. sosyal medyada takipçisi olduğum tek fenerbahçeli sporcu eda olduğu için de değil.

avrupa maçlarında yaptıkları "dış hatları yakarız/ şampiyonluk gelince" tezahüratını avrupa şampiyonluğu'ndan sonra, "verdiğiniz sözleri tuttunuz/ şampiyon oldunuz/ sıra geldi bizlere/ dış hatları yakıyoruz" diyerek eyleme döken taraftar için değil.

hayat futbola değil, fena halde voleybola benzediği, son sayıyı almadan kazanamayacağınız ya da son sayıyı vermezseniz kaybetmeyeceğiniz için değil.

daha dün akşam hayatımın en büyük spor mucizelerinden birine şahit olduğum için değil. galatasaray'ı değil de barselona'yı "üç-sıfırdan dört-üç" yenmiş, "altı kasım altı sıfır diyalektiği"ni real madrid üzerinden açıklamış, anelka'nın sağ kanattan akışı inönü yerine old trafford'taymış gibi de değil. maçın kafamda oynayıp duran filminde, altın setin 'on-on dört', hatta 'yedi-on üç' sonrası için fort minor işi remember the name'i fon müziği olarak seçtiğim için hiç değil.

bu yazıyı yazmaya en çok benim hakkım var.

çünkü, dün akşam maçtan sonra hayatımda bir şey değişti: yaklaşık yedi yıldır izlediğim bir video* var. youtubeta en çok izlediğim spor videosu olduğu kesin. hatta en çok izlediğim video olması dahi muhtemel. ama dün akşamdan sonra bu video, ne zaman imkansız derecede mümkün bir şeyler izlemek istesem ilk tercihim olmayacak.

bu yazıyı yazmaya en çok benim hakkım var.

üstelik bu, voleybol üzerine ilk yazım değil.


*: vnf., osmokroviç'in -kısa saçlarına rağmen- videonun iki sıfır ikisinde maçın yenilgiyle bitmesine engel olan tek kişilik bloğuna -oyun karekterine çok yakışan ifadeyle söylersem direnişine- dikkat etmenizi özellikle rica eder. sonraki blok ise şu an takımın bir kaptandan daha fazlası olan eda erdem'in gençliğinden.

**: şunu da söylemezsem olmaz: şampiyon kim olursa olsun bu yılın kadın voleybolundaki en başarılı takımı bence diğer finalist galatasaray kadın voleybol takımı olacak.

11 Nisan 2017 Salı

beyzbol ya da başka şeyler

"mary hudson üçüncü kaleden bana el salladı. ben de ona el salladım. aslında el sallamak istemiyordum ama kendimi tutamamış, sallamıştım. vuruştaki ustalığı bir yana, üçüncü kaleden nasıl el sallanacağını bilen bir kızdı kendisi."*


*: j.d. salinger, dokuz öykü

10 Nisan 2017 Pazartesi

yürüyen adam

burada bir spor akademisi var. bir süredir oranın atletizm pistinde koşuyorum.

pistin hemen dışında bir de kros parkuru var; atletizm pistine eşlik eden, tribünlere gelince arkasından dolanan. tabanı toprak, kum, hatta çakıl, talaş ve çürüyemeye yüz tutmuş ağaç parçalarıyla kaplı. başlarda bir kaç defa tercih etsem de zeminin öngörülemez oluşu ve bunun ayak bilekleri için oluşturduğu tehdit yüzünden sadece atletizm pistini tercih eder oldum.

güzelleşen havalarla birlikte bir kaç hafta önce salondan çıkıp yeniden sahaya indim. ve her defasında karşılaştığım bir adam var. uzak doğulu galiba. henüz konuşmadık ama çinli olduğunu sanıyorum. kros parkurunu tercih ediyor ve yalnızca yürüyor. daima kahverengi ile gri arasında gidip gelen, bol, kumaş pantolon ve krem mi desem yoksa sarı mı bilemediğim bir gömlek giyiyor. yürüyüşüne devam ederken bir süre kollarını saat dokuzu on üç geçe gibi kaldırıyor, avuçlarını açıp kapatıyor. zaman zaman bu hareketi yinelese de çoğunlukla gezinti temposuyla mesafeleri tüketiyor. galiba kendi kendine konuşuyor da.

her koşmaya gittiğimde onu orada görünce, onun yemeden, içmeden hatta evine bile gitmeden orada yürüdüğünü düşündüm. bunun mümkünsüzlüğünü fark edince de onu uydurduğumu aslında böyle bir adamın olmadığını, konuşmaya kalkınca da kaybolacağını.

şimdi de, içime hapsettiğim eli kolu bağlı bir yazarın sırf yazabilmek için uydurmuş olabileceği aklıma geldi. neyse ki, öyle bir yazar yok.

bence o adam felsefe doktorası yapıyor. muhtemelen bir yandan yürüyor bir yandan da tezini kendi kendisiyle tartışıyor. bu konuda kendimi ikna edince aklıma ister istemez digne meller marcovicz'in on yedi haziran bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli fotoğrafı geliyor. heidegger schwarzwald yürüyüşlerinin birinde. zaten adı da, heidegger karaorman'da...

heidegger varoluşçu felsefeye bir kaç tuğla daha ekleye dursun ben o fotoğrafı ilk gördüğüm yere gidiyorum sonra. oruç aruoba'nın yürüme'si, sayfa beş...

sonrası yok. sonrası suskunluk...


notgibi: neden sonrası yok? neden sonrası suskunluk? oruç aruoba demek, yürüme demek hâlâ yetmiyorsa bir örnekle açıklayalım.

6 Nisan 2017 Perşembe

"yalnızlık ömür boyu"

"bir eli tutmadan karşıdan karşıya geçmenin icat edildiği gün" ilk değildi. daha önce de kendimi yalnız hissettim. kolayca tahmin edebileceğiniz üzere son da değil.

yazın sonuna doğruydu. en fazla dört yaşında olmalıyım. çünkü dört yaşına kadar annemle babamın arasında yattığım anlatıldı. annem sağ, babam sol yanımda. o sabah uyandığımı, kendimi yatakta yalnız bulduğumu hatırlıyorum. evin sessizliğine doğru hem "anne" hem "baba" diye seslendim ama cevap veren olmadı.

vaktinden önce uyandığımı, aslında yeniden uyumam gerektiğini de hatırlıyorum. ama evin dışında bir ses duydum. bir çeşit makine sesi. bugünün ölçeğiyle yüz metre mesafede. ama o zaman çok uzaktı. annemle babamın orada olduğunu ve oraya gitmem gerektiğini çok güçlü bir şekilde hissettim.

sonrasında kendimi solu tamam, sağ ayağımı sokmaya çalıştığım yeşil lastik çizmeyle o sese yürürken buldum. giyenler o lastik çizmeleri iyi bilir; yağmur ve çamurda muhteşem, soğukta ve giymeye çalışırken zulüm.

doğuya yürüyordum. turuncu ufukta gün doğumu henüz başlamış, güneş batarken yanına aldığı renkleri birer birer iade etmeye başlamıştı. haliyle ışık neredeyse yere paralel geliyordu. biraz yeni uyandığım en çok da o ışık yüzünden gözümü doğru dürüst açamıyordum. yani ışığa ve ayağıma oldurmaya çalıştığım çizmeye rağmen o sese, anneme ve babama gidiyordum.

o an içimden, "ey gidi yalan dünya" dediğimi hatırlıyorum. elbette o kelimeleri bilemezdim, bu cümleyi kuramazdım. ama içimdeki, hüzne bulanmış duygunun tam da bu olduğuna adım gibi eminim. tıpkı rüyada bir metni okuyamasak da ne olduğunu hissettiğimiz gibi.

5 Nisan 2017 Çarşamba

ıslak, ıpıslak

gözleri yağmurlu bir gecede sokak lambalarının altında yağmurla yıkanan ıslak kaldırımlar gibi parladı.

3 Nisan 2017 Pazartesi

bize her mevsim kiraz mevsimi

şiirle başlayalım söze. nisan'a...

nisan en zalimidir ayların diye değil ama. ilhan berk'ten: dün dağlarda dolaştım, evde yoktum.

iki bahçe arasındaki dar yollarda yürüdüm. nar çiçeği renginde çiçekleri olan şeftali ağaçları gördüm. nar çiçeğinin şeftali çiçeğine galebesi.

tabiat uykusundan uyandı uyanacak. tam da, "türkçe'nin en büyük şairi"nin dediği gibi: öte yanda tabiat/ bir kadınla bir erkeğin yatakta/ terli telâşıyla yarışa yelteniyor. bahar ancak böyle anlatılabilirdi. böyle güzel... son bir yıldır elime daha çok aldığım, daha çok andığım kitabı yanıma almadığıma pişman oluyorum.
ah, bu hep zaten böyle oluyor
insanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor
çünkü kuşlar ve böcekler gibi değil
bulutlar ve ırmaklar gibi sevişiyor insanlar
sevişerek çiseliyorlar dünyayı
yalnız ilkbahar gecelerinde değil
sevişiyorlar
sonbaharın mağmum karanlığında
kış gelince hakaretamiz bir soğuk çattığında
yaz olunca ısınan baygınlığın çözeltisi yüzünden
sürgün günlerin birinin batımında
birisi bir başkası yerine seyahat ederken
yusuf'a doğru giden her eğimde
her hangi bir vakte denk düşüyor
sevişme ânı
.
sevişmek ancak bu kadar güzel anlatılabilir. bir de, baden baden'de yaz romanında leonid tsıpkin'nin ve argol şatosu'unda julien gracq'ın 'hâl'i yüzmek ile anlatması var. yüzmek güzel sevişmek güzel. daha ne olsun.

gerçi "sevişmek"in teşbihe ihtiyacı yoktur.

bu yüzden, hikâyenin tam orası gelince, "sonrası mahrem" diyen alper canıgüz'ü ve gustave flaubert'den alıntılayarak "gece yarısından sonra yapılan her şey edebe aykırıdır" diyen murat menteş'i hayal etmemize müsaade ettikleri için ayrı bir yere koymak gerek.

artık bitişe yol alan bu yazının başlığı vesilesiyle de ilk önce sait faik'e selam ederim. bir de, trabzonspor'un kendilerini sevmesem de -çünkü futbola bakışımız farklı- isimlerini çok sevdiğim iki taraftar grubuna: gurbetçi gençler ve gececi akrepler... düşünün ne zaman takımınız kendi evinde maç yapsa istanbul'dan ya da başka şehirden yola çıkıp deplasmana gidiyor gibi maça gidiyorsunuz. tıpkı, "bize her yer trabzon. trabzon hariç." der gibi.