30 Haziran 2017 Cuma

ara güler'in istanbul'u

orhan pamuk'tan bir sergi yazısı ya da katkısı:

"ara güler'in istanbul'u benim istanbul'umdur. bin dokuz yüz elliler ve bin dokuz yüz altmışların istanbul sokaklarının, kaldırımlarının, dükkânlarının, bakımsız ve kirli fabrikalarının, gemilerinin, at arabalarının, otobüslerinin, bulutlarının, taksi ve dolmuşlarının, binalarının, köprülerinin, bacalarının, dumanlarının, insanlarının görüntüleri ve ilk bakışta fark edilmeyen o atmosferi, en iyi ara güler'ın fotoğraflarında yakalanmış, belgelenmiş, gizlenmiş ve korunmuş bulursunuz.

özellikle bin dokuz yüz ellili ve bin dokuz yüz altmışlı yıllarda geçmişin ihtişamının zayıf bir ışık olarak parıldadığı ve osmanlının avrupalılaşma azmiyle dikmiş olduğu bankalarının, iş hanlarının ve büyük devlet binalarının fark edilmemesi mümkün olmayan bir şekilde çürüme belirtilerinin ortaya çıkmasına rağmen, ara güler şiirsel bir duyarlılıkla kendine özgü bir ruhu yakalamayı başarmıştır.

ara güler'in siyah beyaz fotoğrafları istanbul'u batılılaşma sürecinde bulunan ama geleneksel yaşam şekillerini devam ettiren bir şehir gibi göstermektedir. ara güler istanbul'u eski ve yeninin yıpranma sedası altında, fakirlik ve alçak gönüllülüğün iç içe kaynaştığı bir ortamda, sakinlerinin yüzlerine yansıyan, hüzün gibi görünen bir kent olarak göstermektedir.

çocukluğumun istanbul'unu siyah-beyaz bir fotoğraf gibi algıladım. "istanbul'un gözü" diye bilinen ara güler, şehrin fotoğraflarını da bu doğrultuda çekti."

27 Haziran 2017 Salı

hoş

ergen zamanlarımızda bir esprimiz vardı. birbirimize "hoş kızsın" ya da "hoş çocuksun" der gülerdik. çünkü oradaki hoş, güzel ya da yakışıklı olmayanlara şakadan uzak zamanlarda bunu söylemeyecek kadar centilmen olduğumuz için yardıma çağırdığımız bir kelimeydi.

ama ergendik; bu, acıtmak için değil diyor, gülmekte sakınca görmüyorduk.

karizmatik de vardı galiba. yoksa kızlara hoşsun, erkeklere karizmatiksin mi deniyordu?

büyüyünce espriler değişiyor, yardıma çağırdığımız kelimeler de... güzel hâlâ güzel, yakışıklı hâlâ yakışıklı ama öyle olmayanlar için farklı icatlarımız var.

güzel bir kadından güzel, yakışıklı bir adamdan yakışıklı diye bahsediyoruz da diğerlerine gelince, çok güzel elleri var diyoruz. ya da gülüşü hoş. bir gözleri var anlatamam, beli muhteşem, dudakları az önce nar yemiş gibi, tenin insanda dokunma arzusu uyandırıyor falan...

bir de, "kimseyi görmedim ben/ senden daha güzel"* bahsi vardır ki, o bambaşka bir hikâye.


*: duman, senden daha güzel

22 Haziran 2017 Perşembe

"çevirmenleri niçin öldürmeliyiz?" (ikinci ve son defa./ umarım.)

derdim çevirmenler ya da çevirmenlik müessesi değil. derdim kitaplar ve okumak.

*

geçtiğimiz günlerde sosyal medyanın twitter ayağında bir olay patladı. ben mevzudan ayrıntı yayınlarının açıklaması üzerine haberdar oldum. peşi sıra ayrıntılar geldi zaten.

ayrıntı yayınları 'bir çevirmen'inin ihanetine uğramış. bu çevirmen, daha evvel başka 'bir yayınevi' tarafından basılmış 'bir kitap'ın yeni çevirisini yaparken önceki çeviriden bolca faydalanmış. hatta kopyalamış.

bunu yaparken de en büyük hatası, ilk çevirmenin yiğit yavuz oluşunu göz ardı etmek olmuş. çünkü yiğit yavuz, işinde çok iyi olduğu kadar yaptığı işlerin altına attığı imzayı sonuna kadar kollayan bir çevirmen. zaten durumun farkına varan ve ayrıntı yayınlarını bilgilendiren de kendisi olmuş. sonrası, tam da ayrıntı yayınlarına yakışan bir tutumla, bir özür mesajı ve kitapların piyasadan toplanma kararı.

bana öyle geliyor ki, yiğit yavuz olmasaydı bu durumun farkına muhtemelen varılmayacak, bir emek hırsızlığı belki başka işlerle ödüllendirilecekti. yayın dünyasında bu vak'anın ilk olmadığına eminim. son olacağına dair bir umut da taşımıyorum.

devam edelim...

çevirmenlik müessesenin tek probleminin intihal olmadığı, eksik ve niteliksiz çevirinin sık rastlanan bir durum olduğu kesin. kesin olan başka bir şey de, çevirmenlik müessesesinin "reform"a ihtiyacı.

bu reformun sınırları genişleyip daralabilir ama ilk adım tıpkı iki devlet adamının konuşmasına anlık çeviri ile yardımcı olan çevirmenleri kontrol eden "radar"* çevirmenliğin uygulamaya geçmesi. yani, editörlerden farklı olarak sadece çevirideki doğruluğu ve dürüstlüğü kontrol edecek üst-çevirmen uygulaması.

aklım her yayınevinin bünyesinde "radar" bulundurmasından yana ama bunun külfetli olduğu, özellikle de küçük yayınevlerinin bunu karşılayamayacağı muhakkak. o zaman da aklıma kitaptan kdv almakta ısrar eden devlet geliyor. her tercüme eser bir kontrol sonrası baskıya gitsin.

her şeyi devletten beklemeyelim, diyerek, bağımsız kurumları işaret eden liberal akıllar çıkabilir. onlardan ricam bağımsız ya da özelleştirilmiş kurumların çürümüşlüğünü hiç olmazsa kitaplara bulaştırmamaları. bütün hantallığına, ihmal edebilir yanına rağmen tübitak benzeri bir kurum işe yarayacaktır.


*: bu ifadeye javier marías'ın beyaz kalp'inde rastladım. galiba türkçe'de yok. yazar gibi çevirmen olan roman kahramanı kullanıyordu bu ifadeyi.

19 Haziran 2017 Pazartesi

su

"akmamak için kendini tutan suyu gördüm. eğer su iyi alışmış ise, sizin suyunuz ise, sürahi kırılarak dört bir parçaya ayrılsa da su etrafa dökülmez.

yalnızca bekler ki kendisi yenisine konulsun. dışarıya dökülmeye çalışmaz."*


*: h. michaux
notgibi: ya da buraya bakın. alıntıya yapılan 'çıkma'ya: insan bazen su'dur. belki de değildir.

15 Haziran 2017 Perşembe

dakika ve skor

"bu kitap bir intihar mektubudur. okumayı bitirip bir kenara koyduğunda (ki bu tür kitap mektupları yavaş okumalı, ipuçları ve açığa vurulan sırlara dikkat etmelisin) john self bu hayattan gitmiş olacak. en azından böyle bir ihtimal var. intihar mektuplarını okuyarak intiharın gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamak pek mümkün değildir, değil mi? hayatın, gezegenimizdeki birikiminden yola çıkarak intihar mektuplarının sayısının intihar vakalarından daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. bu açıdan intihar mektupları şiire benzer: yeteneği olsun olmasın hemen herkes şiire ucundan kıyısından bulaşmıştır. her ikisini de kafamızda yazıyoruz çünkü... genelde mektup amaçlıdır; tamamlayıp zaman yolculuğumuza kaldığı yerden devam ederiz. işi biten mektuptur, hayatın kendisi değildir. elbette tam aksi de düşünülebilir. ölümü de bunun içine katabiliriz. ancak yine de intihar mektuplarına bakarak bir karara varamayız, değil mi?
peki bu intihar mektubu kime yazıldı? martina'ya, fielding'e, vera'ya, alec'e, selina'ya, barry'ye. peki ya john self'e? hayır. aslında bu mektup değerli dostum, senin için bırakıldı."

m.a
londra, eylül 1981


*: martin amis, para- bir intihar mektubu
notgibi: bold yazarın değil benim tercihim.

13 Haziran 2017 Salı

iyi okurlar iyi kitaplar

bu yazı, bir gece yarısı iki sayfa arasındaki derin boşlukta sayıklandı


tıpkı şimdi olduğu gibi ne zaman kitaplığın raflarını yorsam aynı şeyi düşünürüm. ki birilerine roman tavsiye ederken bunu söylemeden tavsiyemi tamam etmem.

okuma zevkine ve kalitesine güvendiğim arkadaşlarım var. (n'aparsınız, nasıl herkesin ilaç sormak için doktor, insanın başına her şey gelebilir diyerek avukat, çocuklarının üniversite hazırlık zamanlarında fikir almak için öğretmen -tercihen bir matematikçi bir de türkçeci- arkadaşı varsa benim de böyle arkadaşlarım var.) ortalama üzeri bir okur olarak, onları "has okur" saymanın doğruluğu konusunda en küçük bir şüphe taşımıyorum.

bazan paralel bazan tavsiye üzerine yaptığımız okumalar sebebiyle okuduğumuz kitaplar kümelerinin kesişim kümesi oldukça kalabalık. buraya kadar sıkıntı yok. ama bir ağaç gövdesinin dallara evrilmesi gibi bir yer var ve oraya geldik.

tuhaf bir şekilde onlar sanki anlaşmış gibi aynı kitapları seçerken, bir kaç istisna dışında ben her defasında çemberin dışında kalıyorum. söz gelimi, beraberce dostoyevski diyoruz; onlar suç ve ceza diye devam ediyor, ben karamazov kardeşler. ya da oğuz atay; tehlikeli oyunlar'a karşı tutunamayanlar diyorum. orhan pamuk için, benim adım kırmızı'ya karşı kara kitap'ı savunmak zorunda kalıyorum. john fowles söz konusu olduğunda, fransız teğmenin kadını varken nasıl büyücü'yü tercih ettiklerini kendime bile açıklayamıyorum.

hiçbiri benim kadar nazan bekiroğlu düşkünü değil ama olsalardı isimle ateş arasında'yı seçeceklerine eminim, ki ben nefret ederim. londra'da bir park konusunda beni yalnız bırakmalarını, 'genazino reis'e şöyle bir bakıp geçmelerini, ulysses diye tutturmalarını, nabokov'a sıradan, murakami'ye tuna kiremitçi muamelesi yapmalarını bir türlü anlayamıyorum.

elbette uzlaştıklarımız var; mülksüzler, yüzyıllık yalnızlık, sinek ısırıklarının müellifi, körleşme, saatleri ayarlama enstitüsü, gölgesizler, puslu kıtalar atlası, utanç, oğullar ve rencide ruhlar, ricardo reis'ın öldüğü yıl gibi. bunları söylemezsem olmaz.

yine de kendimden şüpheye düşüyorum.

9 Haziran 2017 Cuma

atışma - sekiz

elde ki resmi/ gayri resmi verilere rağmen kim daha önce mikrofona gelmiş bilmiyorum. belki nadir göktürk bu sözleri çok eskiden, ezginin günlüğü canımızı yakmadan evvel yazmıştır. belki şizofrengi ah muhsin ünlü'nün bu şiirini çok daha önce sayfalarına konuk etmiştir.

ama hiçbir önemi yok.

bana göre başlatan, iki bin yılı nisanında kendi imkanlarıyla gidiyorum bu'yu bastırmakla ah muhsin ünlü. hak ettiği cevabı aldığında sene iki bin beş. dargın mıyız adlı ezginin günlüğü albümü.

ah muhsin ünlü hesap edilmiş, ölçüp biçtikten sonra karar verilmiş, satranç gibi hamleleri bir kaç hamle sonrasına kadar düşünülmüş ve öyle hayata geçirilmiş, hem tanrının hem toplumun onayından geçmiş bir şeyi isterken (üstelik bunu büyük harflerle yapıyor), nadir göktürk, aniden verilmiş bir karar veya birazdan vaz geçersem korkusuyla, tıpkı tavla gibi zar ne gelirse onun oynamayı, rugby gibi kıra döke bir hevesin peşinden koşmayı öneriyor.

*

"ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum"*


"terliklerimle, gelsem sana"**


*: yaşasın! ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize
**: eksik bir şey

7 Haziran 2017 Çarşamba

jolene*

aysel git başımdan'ı okuduğu zaman aysel, milyon kere ayten'i okuduğunda ayten adında bir sevgili hayali kuran küçük bir çocuk sizi şaşırtır mı bilmem ama beni şaşırtmaz. ya da "siz aşktan n'anlarsınız bayım diye bana sorulsaydı n'olurdu sanki?" diyen biraz daha büyük bir çocuk...

roman ya da film kahramanlarına aşık olan da çok. mesela ben. çok aşık oldum. hatta anna karenina'yı fransız teğmenin kadını sarah, onu da cebelitarık denizcisi'nin sarah'ı ile aldatışımı burada bile anlattım. "bazı kahramanlar karşılaşsın da aşk olsun" demişliğim de vardır. iki dostoyevski kahramanı, nastasya filopovna ile mitya yani dimitri fyodoroviç karamazov karşılaşsa ve aşk olsa, fena mı olur?

ama bu şarkının etkisi daha farklı. güzelliği bir yana işini o kadar iyi yapıyor ki, kadın olmak istiyorsunuz. sonra da sevdiğiniz adamı jolene adlı bir kadına kaptırmayı.

sadece bu değil. çok sevdiğim leonard cohen şarkısı famuos blue raincoat ile kardeşliği, rakibine hakkını teslim eden ama yine de aman dileyen sözleri çok güzel.

miley cyrus'ın yorumunu, klipteki hafifliği, tabiatın ortasında vücut bulan doğallığı çok seviyorum. en çok da yaprakların arasından sızan ve muhtemelen batmakta olan güneşin ışığını.


*: miley cyrus, jolene

5 Haziran 2017 Pazartesi

uçurum kenarındaki şehir

bir şehir vardı.

ve bir uçurumun kenarındaydı.

bir gün şehrin dışında bir kervan konakladı. uçurum şehirle kervan arasında. yolcular arasında da hayatı yollara ayarlı bir seyyah. seyyah, bir sabah çadırının önünde durdu, önce şehre sonra uçuruma baktı. şehir kendi hâlinde, uçurum derin; fersah fersah. içini çekti, "umarım şehir uçuruma yuvarlanmaz," dedi.

bir başka gün başka bir seyyah. yol yorgunu. ayakları yürümekten, gözleri görmekten yorgun. görmekten çok hissederek, "bu şehir lanetlenmiş, uçurumun çağrısına daha fazla dayanamaz," dedi.

kulaktan kulağa yayıldı şehrin laneti. şehrin uçuruma yazgısı.

bir gün bir adam çıktı kürsüye. galiba belediye başkanıydı. "uçurumu doldurmalıyız, yardımınıza ihtiyaç var," diye seslendi dinleyenlere.

koştu şehrin sakinleri. ellerine ne geçtiyse onu, mobilyalarını, arabalarını, evlerini, arkadaşlarını, akrabalarını, eşlerini ve hatta çocuklarını uçuruma attılar.

anlaşıldı ki, uçurum şehir kadarmış. yazgıdan kaçıl(a)mazmış.

2 Haziran 2017 Cuma

bir ramazan hatırası

konu neden, nasıl açılmıştı, hatırlamıyorum. ne zamandı, onu da... yemek masasında, yolculukta, denizi seyrederken, bir bahar akşam üstü baba oğul şehrin sınırlarına yürürken.

belki de babamın dost meclisinde 'macera' diye anlattıklarındandır. evet, ilk hecedeki uzadıkça uzayan "a" sesi normalden kısa söylenen.

ama çocuk olduğumu hatırlıyorum. daha çocuk. çok soru sorduğum, neredeyse her şeyi merak ettiğim, hâlâ hayret edebildiğim* zamanlar.

ilk orucunu tuttuğu sene ramazan kışa denk gelmiş. günler kısa olmasına rağmen oldukça zorlanmış. bir gün tek başına ava çıktığını anlattı. susadığı için bir buz parçasını ağzına atıp emmiş. bunu yaparken ya da anlatırken aklımdan ne geçti bilmiyorum ama babamın her zaman baba olmadığını, bir zamanlar onun da çocuk olduğunu ilk defa o zaman fark ettim.

ve susuzluğunu ağzına attığı buz parçası ile gidermeye çalışan o çocuğu çok sevdim, onunla arkadaş olmak istedim.

ne zaman ramazan gelse babamdan çok o çocuğu özledim.


*: bu vesileyle, "allah'ım hayretimi artır! yok/ allah'ım hayret ver!/ kendimi çok ölü hissediyorum" diyen eren safi'ye selam olsun.

1 Haziran 2017 Perşembe

benzetme

mavi gözlü şehirlerin bir ucu bulutlara koşan diğer ucu denize kavuşan sokakları gibi.