28 Aralık 2017 Perşembe

tarihte bugün

ya da kahramanım.

ya da haberi ilk okuduğumda dediğim gibi: adamım!..

*

time dergisi'nin yirmi sekiz aralık bin dokuz yüz otuz altı tarihli nüshasına itimat edersek...

budapeşte'de, cerrahlar on yedi yaşındaki bir matbaacı çırağını ameliyat ettiler. sevgilisini kaybedince üzüntüden kendini kaybeden szabo, onun adını kurşun harflerle kalıba dizmiş ve yutmuştu.

27 Aralık 2017 Çarşamba

ikna kelimeleri

fernando pessoa'nın alvaro de campos kimliğini giyinerek yazdığı ünlü bir şiir vardır. orada söze, "bütün aşk mektupları/ gülünçtür," diyerek başlar.

bence "aşk mektupları"ndan daha gülünç şeyler de var. üstelik zavallılar da: ikna kelimeleri...

şehvet kokan o reklamdan sonra çağrışımın elini tutup bir kaç mahalle dolaştım. o mahallelerden biri de, out of sight (1998) oldu. pencerenin önüne karlar düşen sahneyi bir defa daha görmek istiyordum. ama o sahnenin biraz öncesine gittim.

jack foley'nin peşi sıra detroit'e gelen karen sisko, kaldığı otelin barında içki eşliğinde uykusunu bekliyordur. çekici ve yalnız karen bardaki bir kaç erkeğin ilgisini çeker. hatta ikisi şansını denemek ister. adamların sıradan olmadığını söylemeliyim. başarılı, yakışıklı, kararlı, özgüvenleri yerinde. kadınlarla ilgili sınavlardan da iyi notlarla geçtikleri belli.

ama yaklaşma vuruşu* olsun diye seçtikleri cümleleri duyunca önce onlar adına, sonra bütün erkekler adına utandım. başta kelimeler olmak üzere, her şey o kadar zavallıydı ki, fileye geldiğinde amansız bir passing shotla** geçilen onlar değil de bendim.

ve şunu anladım. kimsenin kimseyi ikna ettiği yok. ancak muhatabımız ikna olmak isterse oluyor. yeni öğrendiğimiz sosla yapacağımız makarnayı denemek için değil, bize gelmek istediği için evimize geliyor. eğer gelmek istemiyorsa zaten gelmiyor.

yani bütün ikna kelimeleri boş. gülünç ve zavallı...


*: tenisçilerin file önüne gelebilmek için orta korttan yaptığı forehand veya backhand vuruş
**: fileye gelmiş tenisçiyi geçebilmek için oyuncunun sağında veya solunda oluşan boşluktan topu rakibin ulaşamayacağı yere atmak

24 Aralık 2017 Pazar

dertler derya

prensip olarak çoluk çocukla muhatap olmuyorum. üniversite yaşlarından bu yana hem de.

bu iki cümle burada dursun.

artık başlayabiliriz.

*

baktım olmuyor, ne yapsam ne söylesem anlamıyor, "yirmi beş otuz beş yaş arası bir kızla olmaz," dedim ben de.

ama "zaman" bu. çabuk geçiyor. geçmeyen sadece "an". o da peşimizde sürüklediğimiz için. benim "yirmi beş otuz beş arası" dediğim, kişiden kişiye, iklim ve yöreye göre değişiklik gösteren kadınlığın büyük kara deliğinden bir gün çıktı.

rivayete göre, kırk gün kırk gece değilse de büyük bir kutlama olmuş. on tane deve kurban edilmiş, ajda pekkan sahne almış, yardıma muhtaç yüz çocuk sünnet edilmiş, toplanan bağışlarla kenar mahalle okullarından yedisine kütüphane kurulmuş.

asıl hikâye sonra başladı. hasta olduğunda, "otuz beşi devirdik, yaşlandık sayılır. hâliyle kolay hasta oluyoruz," diye yakınmalar mı istersiniz, işe yeni başlayan stajyer çocuk adıyla hitap etmiş de, "bak evladım, benim yaşım otuz altı. neredeyse annenle yaşıtım," demediği için pişmanlık yaşamalar mı dersiniz?

en son, annesi evden çıkarken zorla kürklü bir manto giydirmiş de ahu tuğba'ya benziyormuş onu anlatmak için aradı. lafı döndürüp dolaştırdıktan sonra, "otuz yedi yaşındayım annem hâlâ giyeceğime karışıyor" deyince dayanamadım, "bütün dertler seninki gibi olsa," dedim.

"benim de yirmili yaşlardaki kızlarla takılma yaşım geldi. çoluk çocukla ne yapacağız bilmiyorum."

telefonu kapatması gerekiyormuş. "olur," dedim. o günden sonra bir daha aramadı. ona da, "olur".

20 Aralık 2017 Çarşamba

akçasazın ağaları

olayları olup biterken değerlendirmek zor. üzerinden zaman geçmesi, tıpkı ayrıntılarını görebilmek için gözlerimizden uzaklaştırdığımız nesneler gibi arada mesafe olması gerekiyor.

tıpkı, kaynaklarda "üçleme" olarak geçen ama yaşar kemal üçüncü kitabı yazmadığı/ yayınlamadığı için "iki"de kalan akçasazın ağaları gibi. rivayete göre yazarın üçleme olarak düşündüğü bu kitaplar, demirciler çarşısı cinayeti ve yusufçuk yusuf'tan öteye geçememiş, anavarza gün ışığını hiç görmemiştir.

kaynaklara ve kayıtlara düşülen notlara rağmen ben durumun daha farklı olduğunu, yaşar kemal'in başlangıçta "üçleme" gibi bir planı olmadığını düşünüyorum. kaldı ki, şu an kendi içinde bütünlüğü olan iki roman söz konusudur.

*

ilk kitap olduğu iddia edilen akçasazın ağaları'nın aynı cümle ile paranteze alınması biraz da bundan.

"parantez" ve "paranteze almak" ifadelerini özellikle seçtim. çünkü, demirciler çarşısı cinayeti'nin ünlü ilk cümlesini herkes bilir: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.*


bu güzel cümle tek başına bile her şeye yetse de roman orada başlamaz bence. çünkü epigraf gibidir. "bu hikâye başladığında ben yoktum. muhtemelen siz de." ya da "her şey geçtiğimiz yaz başladı. geçen yaz." gibidir.

roman aslında bir sonraki paragrafla başlar. dinleyiciler o paragrafla anlatıcıya sokulur, dizlerinin dibine oturur. okur yavaşça romana girer.

"derviş bey bir ağıt tutturmuştu. yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu: 'o iyi, o iyi insanlar...'"

anlatıcı hikâyesini tamam edip dinleyenlerin üzerinde bıraktığı etkiyi seyrederken ya da okur okumayı bitirip kitabın kapağını kapatırken çember başladığı yere dönmüş gibi aynı cümleyi bir daha duyarız: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.

*

yusufçuk yusuf'un yazarın aklına daha sonra düştüğünü, derdinin üçleme olmadığını yine ilk cümleden anlıyoruz: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler gittiler.*"

sanki, bir köy kahvehanesinde dinleyiciler yavaş yavaş kendisini çevrelerken "nerede kalmıştık?" diyen anlatıcılar gibidir.

kaynaklar ve kayıtlar "üçleme" diye dursun. o bir defa daha anlatacağını anlatacak, hikâyesini bu defa son dercesine bitirecektir: "o iyi atlar, o iyi insanları aldılar çektiler gittiler."

*

anavarza ise hiçbir zaman başlamaz. bana kalırsa zaten hiç olmamıştır.




*: cem yayınevi, 1977
**: yapı kredi yayınları, 2012

15 Aralık 2017 Cuma

benzerlik

bu ara, karşıdan gelen ve kendisine dikkatle baktığını fark ettiği iki kızdan birinin diğerine tam da yanından geçerken "yakından o kadar da güzel değil" dediğini duyunca kendini mutsuz ve yapayalnız hisseden ve bunu bana ne zaman anlatsa aynı mutsuzluğu ve yalnızlığı giyinen kızı anıp duruyorum.

hayır, onu özlediğim ya da hatıraya dönüşmesinin sebep olduğu üzüntüden değil. kaldı ki, onu iten bendim. araya biraz zaman girmiş, ricası üzerine 'müsait olunca' onu aramıştım. sözü, "özlemek"e, peşi sıra "aklına geliyor muyum?" bahsine getirince de aradığım fırsatı bulmuş, "seni düşünmediğim tek bir an bile yok," demiştim. çünkü bunu alıp gideceğini iyi biliyordum. yoksa, "bu soru dünyanın en saçma sorusu," derdim.

evet, onu anıyorum. çünkü, farah zeynep abdullah'ın bir instagram hesabı varmış. gamzeleri, kocaman gülüşü, dalgalanan ama nihayetinde durulan saçları, maziden arda kalmış, güzelliğinin özünü ele veren doğal halleri... yani dizi ve filmlerde imgeden cesaret bulan güzelliğinden çok fazlası.

bazan o sayfada dolaşıyorum ve aklıma o geliyor.

hemen "n'alaka?" demeyin. çünkü zaman zaman arkadaşlarının kendisini farah zeynep abdullah'a benzettiğini söylerdi. farah zeynep abdullah ilgimi bildiği için abartıyor diye düşünmüştüm hep. ama az önce bahsettiğim doğal halleri görünce abartmadığını anladım. gerçekten benziyormuş.

"keşke," dedim, kendi kendime. "keşke o günlerde, cemal süreya'nın yakın adlı kısacık şiirinde, "güzelsin sevgilim,/ ama çok yakından!" dediğini bilseydim."

10 Aralık 2017 Pazar

dua

"rüzgârın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda."*


*: birhan keskin, aşk

8 Aralık 2017 Cuma

"dedim ona, ey güzel"*

iki bin on yedi yılında hayatıma dahil olup da beni henüz hayal kırıklığına uğratmamış nadir şeylerden olan manuş baba gibi ben de "dedim ona":

"bunu yaparsan güzel bir şeyi kirletmiş olacaksın. ve hiç hak etmediğimiz halde bana kötü bir şey yaptığımı hissettirecek bu durum.

oysa içimden, hatta içimizden cennet bahçeleri geçmişti.

galiba bundan başka diyecek sözüm yok."

*

daha ne deseydim?


*:eteği belinde

5 Aralık 2017 Salı

şehvet

bu kelimeyi severim. gücünü 'ş' ve 'h'den alan muhteşem bir fonetiği vardır. bir sırrı fısıldar gibidir. durgun göl üzerinde gezinen sis gibi. muhatabınızın dudağına bulaşmış reçele benzer. elbette vişne, elbette az önce minik bir ekmek parçasına kendi ellerinizle sürmüşsünüzdür.

'ş' ve 'h'yi aşıp kelimenin sonuna yani 't'ye vardığınızda, yani dudaklarınız gerilip dişleriniz birbirine temas ettiğinde, mutfak penceresinin camını ya da banyo aynasını örten buğuda o ana kendini zor zapt etmiş bir damla uçuruma atlarcasına eğri büğrü bir yola çıkmıştır sanki.

sadece kelimeyi değil kelimenin fethettiği ülkeyi de sınır boylarına kadar severim. mesela, masanın üzerinden uzanıp reçel bulaşığını ortadan kaldırmayı. bir an mahremiyetinize dahil biriyle yemek yaptığınızı düşünün. mutfak tezgahının önünde sağa sola hareket ederken insanın elinde olmayan dokunuşları ya da elinde olanları...

bunlar elbette durup dururken aklıma gelmedi. bir reklam yüzünden oldu ne olduysa. nefesimi tutarak izledim diyeceğim ama nefesim kesilmiş de olabilir. çünkü son dönemde rastladığım en şehvetli şeyle karşılaşmıştım. renk seçimi, konusu, fon müziği ile komple.

bu uyum karşısında reklamcıların tuzağına düşmemek mümkün mü? hatta bence kült ne demekse onun sözlükteki karşılığı olan the big lebowski'nin sevdiğim bir cümlesini bozarak söylersem "lanet olası reklamcılar. bu adamlar işini biliyor dostum." bile dedim.

her bir sahnesini ayrı sevdim. en çok sevdiğim yer ise paralel koşma sahnesi oldu. hayır, bana asansör dedirtemezsiniz.

led zeppelin harikası whole lotte love, benim dediğim şarkılardandı ama ilk defa bu kadar yerini bulmuştu. hatta nina persson'a ihanet etmiş bile olabilirim.

sonra yağmur altında scarlett johansson ve jonathan rhys meyers'i, pencerenin önüne kar dökülürken jennifer jopez ve george clooney'yi, atonement'in gölgeye sığınmış loş kütüphanesini, karpuz kabuğundan gemiler yapmak'ın cevizlerini andım.

pardon, bir reklam yüzünden oldu ne olduysa, demiştim değil mi? evet, reklam.