28 Mayıs 2018 Pazartesi

onur

yıllar önce bir gazete haberi okumuştum. mısır'da devam eden arkeolojik çalışmalarda bir papirüs bulunmuş. bu papirüste, "gençlerimizin akıbetinden endişe ediyoruz. galiba ahir zamana kaldık," yazıyormuş. "sanırım her nesil böyle," diye düşünmüştüm. neredeyse beş bin yıldır her nesil kendisinden sonraki nesil için endişeleniyor.

woody allen büyükşehir belediyelerinin sponsorluğunda çıktığı avrupa turunun paris ayağında, yani midnight in paris(2011) filminde benzer bir durumu bu defa tersten işliyordu. belle epoque yani altın çağ hayalleri ve nostaljisinden muzdarip genç kahramanımız, film bu ya, kendini tam da o zamanda buluyor, bir kaç sohbetten sonra onların da eskiyi özlediğini keşfediyordu. yani zaman değişiyor ama geçmişe özlem değişmiyor.

elbette her şey aynı kalmıyor. örneğin, eskinin bazı soylu duyguları günümüzde "duygusallık" denilerek aşağılanıyor. daha düzgün bir cümleyse söyleyecek olursak; iyi niyetli davranışlar 'duygusallık' diye aşağılanırken insana yakışmayan bir çok davranış 'realite' denilerek el üstünde tutuluyor.

sadece bu da değil. eskiden insanlar onuru üzerine yemin ederdi. ve bu, özellikle mahkeme salonlarında vücut bulan "namusum ve şerefim üzerine" mecburiyeti ve ağız alışkanlığından başka bir şeydi.

artık insanlar onuru üzerine yemin etmiyor.

belki de manası yok.

peki ya siz? onuru üzerine yemin ettiğinde söylediği her şeye inanabileceğiniz kaç kişi var hayatınızda?

evet, tahmin ettiğiniz gibi bu sorunun daha tehlikeli bir versiyonu da mevcut: onurunuz üzerine yemin ettiğinizde size inanacak kaç kişi tanıyorsunuz?

24 Mayıs 2018 Perşembe

ömrüm*

"sûre-i velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda / zülfün andım dilberin n'ettim ne kıldım bilmedim"

başka bir deyişle, "dün akşam namazında sûre-i velleyl'i (ki bu sure geceye yemin ederek başlar) okurken (leyl yani gece sözcüğüne gelince) sevgilinin zülfünü hatırladım, ne ettiğimi ne kıldığımı bilemez oldum".

kolayca tahmin edilebileceği üzere bunu ben demiyorum. muhibbi mahlasıyla şiirler yazan cihan padişahı ve müslümanların halifesi kanuni sultan süleyman diyor.

benim de öyle hâllerim oldu ama. koşarken önce yavaşladığım sonra hepten durduğum, yüzerken kulaç atmayı unuttuğum, sütü taşırdığım, plak cızırdaya dururken uzandığım ya da oturduğum yerden kalkamadığım, "tamam abi. sağol," dedikten sonra çömelmiş ve sırtım mutfak tezgahına yaslanmış kalakaldığım...

unutup bunları, sanat konuşalım biz.

türkçe'nin en büyük şairi kanla kirlenmiş evrak'a, "karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında" başlar meselâ. buradan öteye geçebilmiş değilim. biraz da bu yüzden, "ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın/ başından başlayabilirim" mısralarını başka şiir sanırım.

ömrüm de öyledir. cem karaca, üzerine yılların tortusu birikmiş sesi ve tarifsiz yorumuyla, "sendelesen bile bazı yürümek var ya" diye başlar ve ben orada takılıp kalırım. "ömrüm" deyişini duyarım bir ara. kapıda durmuş gidenin peşi sıra bakarken, o duygudan nasılsa sıyrılmış birisi kolunuza dokunur da sözle ya da sözsüz "hadi içeri girelim" der ya, tam da budur o "ömrüm".


*: cem karaca, ömrüm

21 Mayıs 2018 Pazartesi

dakika ve skor

"Böyle kişiler, Don José gibiler, her yerde vardır, yaşamlarından arttığına inandıkları zamanı pullar, paralar, madalyalar, vazolar, kartpostallar, kibrit kutuları, kitaplar, saatler, spor tişörtler, imzalar, taşlar, kilden bebekler boş meşrubat kutuları, minik melekler, kaktüsler, opera programları, çakmaklar, dolmakalemler, baykuşlar, müzik kutuları, şişeler, bonzailer, resimler, sürahiler, pipolar, camdan dikilitaşlar, porselen ördekler, eski oyuncak bebekler, karnaval maskeleri biriktirmekle harcarlar, bunu muhtemelen metafizik ıstırap diyebileceğimiz bir şeyden dolayı yaparlar, belki kaosun dünyanın tek hâkimi olması fikrine tahammül edemediklerinden, o nedenle, zayıf güçleriyle ve ilahi yardım olmaksızın, dünyaya belli bir düzen vermeye çalışır dururlar, bir süreliğine bunu başarılar da, ama yalnızca koleksiyonlarını koruyabildikleri sürece, çünkü dağılacağı gün geldiğinde, ki o gün, ölüm nedeniyle ya da koleksiyoncunun yorulması yüzünden, her zaman gelir, her şey başa döner, her şey yeniden birbirine girer."*


*: josé saramago, bütün isimler

18 Mayıs 2018 Cuma

günün sorusu: kurban rolü

yahudilerin ikinci dünya savaşında yaşadıklarının edebiyat ve sinemada bu kadar sık karşımıza çıkıp durması, bu konu sattığı ya da toplumsal bir travmanın dışa vurumu olduğu için değil de kurban rolünden kuvvet alarak katil devlet israil'in her yaptığını mübah göstermek için olabilir mi?

16 Mayıs 2018 Çarşamba

paralel evrenler: on

bir şair, bir de yazar.

ama yazar olanın şiirleri, tiyatro oyunları ve bir çok şeyi daha var.

şair olan fransız. "çeşmenin yanı başında susuzluktan ölüyorum" dedirten bir hayat yaşamış ve o hayat genç yaşta düelloda sonunu bulmuş. yazar olan ise alman. daha doğrusu berlin'li. daha güzel bir dünya için marx'ın yoluna baş koymuş, yirminci yüz yıl alman edebiyatına yön vermiş, tiyatroyu yeniden tanımlamış ve "doğu" berlin'de ölmüş.

aralarındaki beş asıra rağmen her ikisi de bir önceki kışı özlemiş. bir de şu var: brecht'in villon'a selam durması da ihtimal.

"hey sultanım sorma bu yıl, bu hafta,
nerde diye bulamazsın etrafta.
gönlünde yer verme bu nakarata:
ama nerde bıldır yağan kar şimdi!"*

"tanrıya şükür her şey çabucak geçer.
sevgi de, hatta keder de.
nerede dün gece dökülen yaşlar?
geçen yıl yağan kar nerede?"**


  *: françois villon
**: bertolt brecht

14 Mayıs 2018 Pazartesi

okumak

"çok kitap okudum...
yine de bütün alaylılar gibi ne anladığımdan asla emin olamıyorum. bir gün oluyor tüm bilgiyi bir bakışta kavramışım gibi geliyor. sanki aniden görünmez dallar doğuyor ve kendi aralarında benim tüm dağınık okumalarımı birbirine bağlıyormuş gibi. sonra anlam aniden gizleniyor; öz, benden kaçıyor ve aynı satırları boşuna tekrar tekrar okuyorum. her okuduğumda anlam benden biraz daha kaçarken, kendimi menüyü dikkatli okuduğu için karnının doyduğuna inanan yaşlı bir deli sanıyorum."*


*: muriel barbery, kirpinin zarafeti

10 Mayıs 2018 Perşembe

endişe

böyle bir sınıflandırma mevcut mu bilmiyorum ama "varoluşçuluk etkisindeki çağdaş almanca edebiyat" diye tanımladığım, başını wilhelm genazino'nun çektiği bir edebi toplam var. öyle ki, bu toplamı klasik alman edebiyatından daha çok severim.

şiir film der himmel über berlin'in senaryosuna katkı yapan peter handke'nin kalecinin penaltı anındaki endişesi de bu toplama dahil ettiğim kitaplardan. adını daha okumadan duymuş, her türden dilemmayı kitabın neredeyse deyimleşen adıyla ifade eder olmuştum. okuduğumda ise bana çok şey ifade ettiğini söyleyemem.

ama konumuz bu değil.

kitaba adını veren ama kitabın sonunda ancak bir sayfa kadar yer işgal eden o "an"dan, "penaltı" ve "endişe"den konuşalım istiyorum.

"kaleci hangi köşeye atacak diye düşünüyor şimdi" dedi bloch, "atacak adamı eski oyunlardan tanıyorsa her zaman yaptığı gibi, şu köşeye atar, diye geçirir aklından. ama penaltıcı da kalecinin bunları düşünebileceğini geçirmektedir aklından. kaleci düşünmeye devam eder, ama bu defa beni atlatmak için ters köşeye de atabilir. kalecinin bu ihtimale de takılacağını hesaplayan penaltıcı, şutunu her zamanki köşeye atmaya karar verebilir ya da vermeyebilir."

alman televizyonu bin dokuz yetmiş ikide bu romandan bir film yapar. peşi sıra da dönemin alman milli takımı'nın kalecisi maier ve penaltıcısı netzer'e bu "endişe"yi sorarlar.

maier, "kılım bile kıpırdamaz. penaltı gol demektir. olan olmuştur. on bir metreden on beş küsur metrekarelik koca bir yüzeye atılan şutun gol olma olasılığı çok büyük, tersi ise çok küçüktür. tek yapabileceğim şey, kendimi bir köşeye rastgele fırlatmaktır. adam tesadüfen oraya doğru atmayı tasarlamışsa topu çelme olasılığım golü engelleyebilir. bu da tamamen şansa kalmıştır," der.

netzer ise, "penaltı olunca içimi bir korkudur kaplar, ayaklarım tir tir titremeye başlar. evet kale yedi metre kırk dört santimetre geniş, iki metre on dört santimetre yüksektir ama kaleci bana çaylak gibi bütün kaleleri kapatmış görünür. sinirlenip topu dışarı atabileceğim olasılığı, iyi ayarlayamayıp kale direklerine çarptırma olasılığı ve nihayet kalecinin attığım şutu kurtaracağı olasılığı beni deli eder. düdük bir an önce çalsa da karabasan bitse diye bakarım. penaltı yarı gol sayılır, attın mı doğal karşılanır ama bir de kaçırdın mı bir numaralı halk düşmanı olursun. penaltıcılık düşman başına," der.

ve bizi edebiyatın yanılgılarından birine şahit kılarlar.

"kaleci çizgi üzerindeki yerini almıştı. penaltıcı gerildi. "penaltıyı atacak koşmaya başlayınca kaleci, istemeden planjon yapacağı yanı belli eder ve penaltıcı da rahatlıkla öbür köşeye gönderebilir," dedi bloch. ama usta ise penaltıcı topa vurduğu anda kestirdiği yana atılıp tutabilir de." penaltıcı hızla koşuyordu. açık sarı kazaklı kaleci hiç kıpırdamadan durdu. ve top ellerinde kaldı."

8 Mayıs 2018 Salı

bulaşıcı güzellik - zeyl

dikkatli okurlar hatırlayacaktır; eski bir hikâyeden yola çıkarak yıldız tilbe'nin dokunduğu yere sirayet eden güzelliğine varmıştık.

başlıktan da anlaşılacağı üzere bir defa daha benzer bir vaka ile karşı karşıyayız. bu defa her ikisi de güzel.

bana göre iki binli yılların en güzel filmi olan, beni ben yapan filmlerden saydığım ve susmayı beceremem diye hakkında yazmaktan, konuşmaktan özellikle kaçındığım in the mood for love (2000) ile daha önce kavinsky ve london grammar'dan olmak iki ayrı yorumunu mepeüç'e attığım nightcall aynı sokakta karşılaşıyor.

bundan sonra ne yapacağınız sizin tasarrufunuzda. video ise burada.


notgibi: daha dikkatli okurlar ise, "ne yapayım? nightcall'un yeni bir coverını mı çalayım?" dediğimi de hatırlayacaktır.

4 Mayıs 2018 Cuma

oto-portre

arkasındaki duvarda asılı, neredeyse iki renkten, siyah ve kırmızıdan oluşan tabloda bir kadın, bir erkekle bir kadının yarı tamamlanmış loş bir portresinin yanında duruyor ve sanki hemen önündeki kırmızı kanepede oturan kadına ve bana bakıyordu. tablo hafifçe sağa eğik, portredeki kadın ise kendisiydi.

2 Mayıs 2018 Çarşamba

evlilik aleyhindedir

üç ya da dört şey. hatta beş...

ama her şeyden önce, daha üniversite yıllarında, "ne zaman intihar etmeye karar verirsem o zaman evleneceğim," diyen ve hayatı boyunca yalnızca bir defa o da sevdiği kadınla daha fazla zaman geçirebilmek için evlilik müessesesine sıcak bakan bir fener bekçisinin hava sahasına girdiğinizi belirtmek isterim.

*

ünlü yazar, müzmin bekar henry james'in evlilik hakkında sohbet ettiği hanım arkadaşına derken görüldüğüdür: "bu halimle hem yeterince mutlu hem de yeterince mutsuzum, terazinin kefesine başka bir şey eklemeye hiç niyetim yok."

""ilk kez beni reddediyorsun," dedi kocası. "tabii," dedi o da. "ilk kez evliyiz." (gabriel garcía márquez, on iki gezici öykü)"

"erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. (albert camus, veba)"

"eğlenmek artık imkansız olduğunda aşk neye dönüşür, bir düşünün. işe. geçen her saatte daha da zorlaşan bir işe. gece vakti, ağırlığı gün boyu kabus gibi üzerimize çöken gece vardiyasıdır artık. (martin amis, görüş evi)"

fi mi desem çi mi desem, bir dizi var hani. orada osman sonant'ın canlandırdığı oldukça derinlikli bir karakter var. eşi intihar etmiş vesaire... 'yeni kız' olması muhtemel kız bir sohbette, bu intihara giden yolun evliliklerinden geçip geçmediğini anlamak istercesine, evliliklerinin nasıl olduğunu sorar. sadık murat kolhan da bu konuda verilmiş, verilecek en iyi cevabı vermişti: biz de herkes kadar mutsuzduk.